2010 Cilt 8 Sayı 3
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/6352
Browse
Browsing by Language "tr"
Now showing 1 - 8 of 8
- Results Per Page
- Sort Options
Item Çocukluk çağında allerjik rinit(Uludağ Üniversitesi, 2010-09-20) Hocaoğlu, Arzu Babayiğit; Karaman, Özkanİmmunglobulin E aracılıklı bir hastalık olan allerjik rinit, çocukluk çağının en sık rastlanan kronik allerjik hastalığıdır. Bu hastalık, hapşırık, burun akıntısı, damak ve gözlerde kaşıntı ve konjesyon ile karakterizedir ve çocukların sağlığını önemli ölçüde etkileyebilmektedir. Rahatsızlık verici semptomlara neden olabilmekte, yaşam kalitesini etkileyebilmekte ve astım gibi komorbiditelerin oluşumuna eğilim sağlayabilmektedir. Etiyolojik tanı, yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip ve küçük çocuklara da kolayca uygulanabilen deri prik testleri sonuçlarına dayanılarak belirlenebilmektedir. Tedavi öncelikle korunma önlemleri ve gerekli görülürse farmakoterapi ve immunoterapiyi içermektedir. Farmakoterapi genellikle antihistaminikler ve/veya nazal kortikosteroidleri kapsamaktadır, ancak lökotrien reseptör antagonistleri de allerjik rinit semptomlarının tedavisinde etkili bulunmuşlardır. Bu makalede, çocukluk çağında allerjik rinit bulguları, tanısı ve tedavisi tartışılmıştır.Item İdiyopatik epilepsi tanısı ile izlenen hastalarda epilepsi ile karışan kardiak veya vazovagal senkop sıklığı(Uludağ Üniversitesi, 2010-09-27) Karacan, Mehmet; Bidev, Duygu; Olgun, Haşim; Tan, Hüseyin; Ceviz, NaciGiriş: Epilepsi tanısı; geçici şuur kaybının klinik bulguları, aile öyküsü ve elektroensefalografi bulguları birleştirilerek konulur. Epilepsi tanısı ile izlenen hastalardaki yanlış tanı oranının %5-31,8 arasında değiştiği bilinmektedir. Epilepsi yanlış tanısı konulmasının nedenleri, hikâyenin eksik ve dikkatsiz alınması, ailede epilepsi öyküsü olması, özgeçmişinde febril konvülziyon öyküsünün olması, elektroensefalografik patolojik bulguların varlığının klinik bulguların önüne geçmesi olarak sıralanabilir. Epilepsinin en fazla karıştığı klinik tanı vazovagal senkoptur. Ayrıca kardiyak nedenlerle meydana gelen senkoplar da yanlışlıkla epilepsi tanısı alabilmektedir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya daha önce epilepsi tanısı alan 119 çocuk dahil edildi. Hastaların %62,1’i (74/119) erkekti ve yaş ortalaması 9,35 yıl idi. Tüm hastaların nöbet özellikleri ve aile öyküleri yeniden sorgulandı ve muayeneleri yapıldı. Tüm hastalara elektrokardiyografik değerlendirme ve 109 hastaya ekokardiyografik çalışma yapıldı. ‹htiyaç duyulduğunda head-up tilt testi, 24 saatlik Holter elektrokardiyografi incelemesi ve efor testi yapıldı. Bulgular: Geçici şuur kaybına neden olabilecek yapısal kardiyak problem veya aritmi hiçbir hastada saptanmadı. Toplam 3 hastada vazovagal senkop saptandı (%2,5). Bu hastalar yanlış olarak epilepsi tanısıyla takip edilmekteydiler. Sonuç: Vazovagal senkoplu bazı hastalar yanlışlıkla epilepsi olarak takip edilebilirler. Hikâye alınırken gösterilecek daha fazla dikkat, elektroensefalografi ve tilt testi sonuçlarının klinik bulgular göz önüne alınarak daha dikkatlice değerlendirilmesi, yanlış tanı oranlarını azaltabilir.Item Leprechaunismli bir infantta bozulmuş glukoz regülasyonu ve dev over kistlerinin yüksek doz insülin glarjin ile tedavisi(Uludağ Üniversitesi, 2010-06-17) Çelik, Ayşe Yasemin; Pirgon, Özgür; Odabaş, DursunGiriş: Leprechaunism; insülin reseptör genindeki mutasyona bağlı olarak ağır insülin direncinin meydana geldiği otozomal resesif kalıtılan ve nadir görülen bir sendromdur. Bu yazıda leprechaunism tanısı alan 75 günlük bir hastada yüksek doz insülin glarjin tedavisinin sonuçları sunulmaktadır. Olgu Sunumu: Hiperglisemi ve ketoasidoz ile başvuran 75 günlük kız hastada dismofik görünümü nedeni ile leprechaunism tanısı aldı. Her iki overinde içerisinde multipl septalar bulunan, kistik görünüm izlendi. Yüksek doz insülin glarjin tedavisi ile kan şekeri regulasyonu sağlandı ve over kistleri düzeldi. Tartışma: Leprechaunism sendromunda intraüterin-postnatal büyüme geriliği, lipoatrofi, tipik yüz görünümü, ağır akantoz, anormal kan şekeri düzeyleri, kliteromegali ve hirsutism görülmektedir. Birçok vaka 1 yaşına gelmeden önce diyabetik ketoasidoz ve tekrarlayan enfeksiyonlar nedeni ile kaybedilmektedir.Item Lobektomi deneyimlerimiz(Uludağ Üniversitesi, 2010-11-30) Mercan, Mehmet Hilmi; Gürpınar, Arif; Şengün, Ayşe; Doğruyol, Hasan; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı.Giriş: Lobektomi kazanılmış ve konjenital nedenlerle uygulanan ve çoğunlukla minimum akciğer doku kaybının hedef alındığı ancak kalan akciğer dokusunun fonksiyon ve gelişiminin devamı açısından uygulanması zorunlu olan bir operasyondur. Kliniğimizde lobektomi yapılmış olan olgular retrospektif olarak lobektomi endikasyonları ve postoperatif takipleri açısından değerlendirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Kliniğimizin kayıtları taranarak lobektomi uygulanan olgular etyolojik yönden ve postoperatif takipleri açısından retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Pnömonektomi ve segmentektomi uygulanan olgular değerlendirilmeye alınmamıştır. Temel olarak etyolojik faktörler konjenital ve kazanılmış olarak iki grupta ele alınmıştır. Bulgular: Toplam 27 olgu çalışmaya dahil edilmiştir. Bu olguların 16’sı erkek ve 11’i kızdı. Yaş aralığı 2 gün ile 17 yaş arasında değişmekteydi. Bu olgulardan konjenital nedenlerle opere edilen olgu sayısı 14 ve bunların ortalama operasyon yaşı 3 aydı. Kazanılmış nedenlerle opere edilen 13 olgunun yaşları 2,5 ila 17 arasında ve ortalama operasyon yaşı 6 idi. Konjenital malformasyonların 4’ü konjenital kistik adenoid malformasyon, 3’ü pulmoner sekestrasyon ve 7’si konjenital lober amfizemli olguydu. Kazanılmış nedenlerden dolayı lobektomi uygulanan olgulardan 12'si postpnömonik nedenlerle, 1'i ise travmatik bronş rüptürü nedeniyle opere edilmişti. Konjenital nedenlerle opere edilmiş olguların tamamında şifa elde edilirken kazanılmış nedenlerden lobektomi yapılmış Kartegener sendromu ve tüberküloz tanılı 2 olgunun takibine enfeksiyon ekibiyle birlikte devam edilmektedir. Diğer olgularda şifa sağlanmıştır. Sonuç: Lobektomi özellikle konjenital nedenlerle yapıldığında sonuçları daha iyidir. Kazanılmış nedenler nedeniyle opere edilen olguların postoperatif takipleri daha uzun zaman almakta ve sonuçlar primer hastalığa bağlı olarak değişmektedir.Item Sekonder osteoporozlu çocuklarda alendronat tedavisinin etkinliği(Uludağ Üniversitesi, 2010-11-02) Sağlam, Halil; Eren, Erdal; Çakır, Esra Deniz Papatya; Özboyacı, Evren; Özboyacı, Ali; Özgür, Taner; Tarım, Ömer; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Gastroenteroloji, Hepatoloji ve Beslenme Bilim Dalı.Giriş: Daha çok erişkinlerin hastalığı olarak bilinen osteoporoz çocuklarda kronik hastalıklara bağlı olarak karşımıza çıkmaktadır. Tedavide bifosfonatlar güvenli olarak kullanılmakta olup yararları kanıtlanmıştır. Alendronat oral kullanım avantajı nedeniyle daha çok tercih edilmektedir. Burada kliniğimizde izlenen sekonder osteoporozlu hastalarda alendronatın etkinliği değerlendirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Sekonder osteoporozlu toplam 46 hasta [28 erkek (%60,9), 18 kız (%39,1)] çalışmaya dahil edildi. Alendronat oral olarak günlük doz 30 kg için 10 mg verildi. Kemik mineral yoğunluğu (KMY) DEXA ile değerlendirildi. Bazal DEXA çekiminden sonra, tedavinin etkinliği açısından 6. ay, 12. ay ve 24. ay tekrar DEXA çekimi yapıldı. Bulgular: Ortalama boy, kilo ve vücut kitle indeksi standart deviasyon skoru (SDS) sırasıyla -2,43, -2,82 ve -1,72 idi. Serum Ca, P ve ALP değerleri normaldi. Tedavinin başındaki ortalama KMY SDS -4,03±0,96 iken 6. ay, 12. ay ve 24. ayda DEXA Z skorları sırayla -3,51±1,02, -2,82±1,09 ve -2,43±0,93 idi. KMY Z-skorlarında 6’ıncı, 12’inci ve 24’üncü aylarda bazale göre elde edilen artışlar istatistiksel olarak anlamlı idi. Sonuç: Oral bifosfonat tedavisinin kullanımı parenteral tedaviye göre daha konforlu ve daha ucuzdur. Sonuçlarımız; oral alendronat tedavisinin erişkinlerde olduğu gibi çocuklardaki sekonder osteoporoz tedavisinde de güvenle kullanılabileceğini, KMY’de belirgin düzelme sağladığını, hastalar tarafından iyi tolere edilebilen bir tedavi yöntemi olduğunu göstermektedir. Çocuklarda da birçok çalışma olmasına rağmen osteoporozun çocuklardaki tedavisinde ilacın yaş, doz ve süresi konusunda uzlaşı yoktur.Item Üçüncü basamak bir sağlık kuruluşunda son 3 yılda izlenen hipoksik iskemik ensefalopatili olgular ve kısa dönem klinik seyirleri(Uludağ Üniversitesi, 2010-11-15) Kemer, Serkan; Tanju, İlhan Asya; Karademir, Ferhan; Kul, Mustafa; Meral, Cihan; Akcan, A. Barış; Göçmen, İsmailGiriş: Hipoksik iskemik ensefalopati, yenidoğan yoğun bakım uygulamalarındaki tüm gelişmelere rağmen neonatal ölüm, serebral palsi ve ileri dönemde gelişimsel gerilikle sonuçlanabilen merkezi sinir sistemi kalıcı hasarının önemli bir sebebidir. Bu çalışmada hastanemiz yenidoğan yoğun bakım servisinde 2007-2009 tarihleri arasında hipoksik iskemik ensefalopati tanısı ile yatırılarak tedavi görmüş olan 11 hasta incelendi. Gereç ve Yöntem: Olguların doğum öyküleri, annelerin gebeliklerinde gözlenen durumlar, apgar skorları, kan gazları, neonatal resüsitasyon ihtiyaçları, doğum ağırlıkları, cinsiyetleri, mekanik ventilasyon ihtiyaçları, klinik bulguları, Sarnat ve Sarnat evreleri, ek organ tutulumları, konvülziyon oranları, EEG ve görüntüleme sonuçları, hastanede yatış süreleri ve çıkış durumları incelendi. Bulgular: Hipoksik iskemik ensefalopati sıklığı tüm doğumlarda %0,41, serviste yatan hastalarda %1,33 olarak belirlendi. Hastaların yedisinde (%63,6) konvülziyon gözlendi. Sarnat ve Sarnat evrelemesine göre hastaların yedisi (%63,6) Evre-II, üçü (%27,2) Evre-I ve biri (%9,1) Evre-III olarak değerlendirildi. Olguların biri (%9,1) eksitus oldu. Sonuç: Daha önceki bilgilerden ve yayınlanmış literatürlerden farklı olarak hastanemiz mortalite oranının oldukça düşük olduğu, bununda izlenen olgu sayısının azlığı ve de hastanenin hizmet verdiği özel popülasyondan kaynaklandığı düşünüldü. Bu çalışmanın ülkemizde yayınlanan diğer çalışmalarla ve Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerin de katıldığı geniş bir araştırma ile tekrar değerlendirilmesi uygun olacaktır.Item Vitamin K ve hemostaz(Uludağ Üniversitesi, 2010-09-13) Demirtaş, Fatih; Evim, Melike Sezgin; Baytan, Birol; Güneş, Adalet Meral; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Hematoloji Bilim Dalı.Vitamin K, kanda bulunan normal pıhtılaşma faktörlerinin sentezi için gerekli bir faktördür. Yenidoğanlarda vitamin K eksikliğine yatkınlık vardır, çünkü çok az bir miktar K vitamini plasentadan geçer. Doğumdan sonraki ilk birkaç gün bağırsak florası henüz bakteri içermediği için vitamin K üretilemez. Bu vitamin K eksikliği kanama ile karakterize yenidoğanın hemorajik hastalığına yol açar. Doğumdan sonra kanama riskini azaltmak için tüm yenidoğanlara intramusküler vitamin K uygulanması önerilmektedir.Item Waardenburg sendromu: Bir vaka sunumu(Uludağ Üniversitesi, 2010-08-18) Alp, Hayrullah; Alp, EsmaGiriş: İşitsel sorunlar ve cilt pigmentasyon bozuklukları ile seyreden sendromlar bir grup hastalık olup; deri, saç, göz ve kokleayı etkiler. Sıklıkla otozomal dominant kalıtım gösteren bu hastalık grubunun bir üyesi de Waardenburg sendromudur. Waardenburg sendromu, saçta beyaz perçem, konjenital sensorinöral işitme kaybı, ciltte hipopigmente maküller ve intraoküler yapıların gelişim anomalileri ile karakterizedir. Ancak her olguda sayılan bu tanısal özelliklerin tümü görülmeyebilir. Ayrıca bu sendromun, klinik ve genetik özellikleri birbirinden farklı bilinen dört alt tipi vardır. Olgu Sunumu: Bu makalede, Waardenburg sendromu Tip I tanısı konulan 3 yaşında bir erkek hasta sunulmuştur. Ayrıca, aile bireylerinden bazılarında da aynı hastalık tespit edilmiştir. Tartışma: Konjenital sensörinöral işitme kaybı bulunan hastalarda klinik bulguların varlığında Waardenburg sendromu da ayırıcı tanıda düşünülmelidir.