2019 Cilt 45 Sayı 1
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/18584
Browse
Browsing by Rights "info:eu-repo/semantics/openAccess"
Now showing 1 - 20 of 20
- Results Per Page
- Sort Options
Item Acil servise vertigo şikayeti ile başvuran hastaların prospektif incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019-01-31) Aktaş, Ayşegül; Durak, Vahide Aslıhan; Aydın, Şule Akköse; Tıp Fakültesi; Acil Tıp Ana Bilim DalıVertigo toplumda hem en sık görülen şikayetlerden hem de acil servis ve polikliniklere en sık başvuru nedenlerinden biridir ve etyolojisine yönelik yapılan çalışmalar önem taşımaktadır. Bu çalışmada, bir üniversite hastanesi acil servisine başvuran hastalar, 24.10.2017 – 01.05.2018 tarihleri arasında prospektif olarak incelenmiştir. Vertigo ile başvuran hastalardaki santral etyolojilerin tespit edilmesi amaçlanmıştır. Çalışmamızda nörolojik sistemi değerlendirmek için kullanılan muayene, testler ve tetkikler açısından hastalar incelendiğinde; Romberg testi pozitif olan hastaların %7,7’de, dismetrisi olan hastaların %15,8’de ve disdiadokinezisi olan hastaların %16,7’de beyin magnetik rezonans görüntülemede akut-subakut enfarkt saptanmıştır. Muayenede horizontal nistagmusu olan 5 hastanın hiçbirinde akut- subakut enfarkt saptanmazken (%0), nistagmusu olmayan 45 hastanın 3’ünde (%6,7) akut-subakut enfarkt saptanmıştır. Sonuç olarak vertigo hastalarını değerlendirirken, santral vertigo nedenlerini atlamamak için nörolojik semptomların sorgulanması ve eksiksiz bir nörolojik muayene yapılması gereklidir.Item Acil serviste patoloji saptanmayan elektrokardiyografilerin tekrar yorumlanması ve çıkan sonuçların analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019-02-25) Katı, Yalçın; Kaya, Halil; Durak, Vahide Aslıhan; Armağan, Erol; Tıp Fakültesi; Acil Tıp Ana Bilim DalıAcil servise başvuran hastaların patolojilerinin değerlendirilmesinde elektrokardiyografi önemli bir unsurdur. Elektrokardiyografinin doğru ve zamanında yorumlanması, potansiyel olarak yaşamı tehdit eden kardiyovasküler hastalıklar ve elektrolit değişiklikleri için önemlidir. Tanıda yeni ve pahalı teknolojik gelişmelere karşın, elektrokardiyografi, akut miyokard infarktüsü tanısında hem invaziv olmaması hem de ucuz olması nedeniyle belirgin ve hayati rolünü sürdürmektedir. Çalışmamıza 01.12.2015 – 30.05.2016 tarihleri arasında bir Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Tıp Kliniği’ne başvuran, triaj alanı dikkate alınmaksızın değerlendiren doktoru tarafından elektrokardiyografi çekilmesi uygun görülmüş ve elektrokardiyografilerinde acil patoloji saptanmayan hastalar dahil edilmiştir. Çalışma protokolü prospektif, tanımlayıcı ve gözlemsel olarak tasarlanmıştır. Çalışmaya dahil edilen hastaların %93.6’sında herhangi bir kronik hastalık bulunmadığı, %4.9’unun hipertansiyon hastası olduğu sonucuna varılmıştır. Çalışmaya alınan elektrokardiyografilerin %96.1 oranında sinüs ritminde olduğu saptanmıştır. En sık olarak %9,8 oranla P dalga morfolojisinde patolojik bulgular tespit edilmiştir. En sık saptanan patolojik tanı %9,2 ile P mitrale olmuştur. Değerlendiren doktorlar bakımından ritm, hız, PR, QTc, Aks, P dalgası ve ST segmenti değerlendirmeleri oranları arasındaki farklılığın istatistiksel olarak anlamlı olduğu görülmüştür. Acil servislerde çalışmakta olan tüm hekimlerin için elektrokardiyografi değerlendirme eğitimi almış olmak son derece önemlidir. Bu eğitimler hem atlanabilecek veya yanlış tanı koyulabilecek elektrokardiyografilerin daha doğru değerlendirilmesini hem de klinik olarak önemsenmeyecek patolojik bulguların hakkında farkındalık sağlayarak doğru polikliniklere yönlendirip koruyucu sağlık hizmeti verilmesini sağlamaya yardımcı olacaktır.Item Agresif B hücreli hodgkin dışı ve hodgkin lenfomada ilk basamak tedavi yanıtının FDG-PET/BT ile değerlendirilmesinde rezidüel SUVmax(Uludağ Üniversitesi, 2018-11-28) Acar, Celal; Özkocaman, Vildan; Akpınar, Ali Tayyar; Özkalemkaş, Fahir; Tıp Fakültesi; Hematoloji Bilim DalıBu çalışmada; lenfomada ilk basamak tedavi sonrasında Flor-18 fluorodeoksiglukoz pozitron emisyon tomografisinin (FDG-PET/BT) rezidüel SUVmax değerine göre duyarlılık ve özgünlüğünün geriye dönük olarak klinik takip veya biyopsi sonuçları doğrultusunda belirlenmesi amaçlandı. Çalışmaya Ocak 2004-Mayıs 2012 tarihleri arasında takip edilen, 18 yaş üzeri, agresif B hücreli Hodgkin dışı lenfoma (Yüksek dereceli sınıflandırılamamış B hücreli lenfoma, diffüz büyük B hücreli lenfoma [DBBHL], mantle hücreli lenfoma, Burkitt lenfoma) ve Hodgkin lenfoma (klasik ve nodüler predominant) tanılı 69 hasta dahil edildi. Tedavi sonu FDG-PET/BT’leri değerlendirilen hastaların ortanca takip süresi 40 ay olup ortalama yaş 49,7 ± 15,5 yıl olarak hesaplandı. Klinik takipte standart tedavi sonrası 23 Hodgkin lenfoma olgusunun sadece birinde, 46 Hodgkin dışı lenfoma olgusunun 10’unda (%21) relaps gözlendi. Hodgkin dışı lenfomalı 7 olgu (%15) ise tedaviye dirençli idi. Hastaların ortanca relaps süresi 20 ay idi. Rezidü SUVmax > 3,5 kabul edildiğinde duyarlılık, özgüllük, olumlu öngörü, olumsuz öngörü, doğruluk oranları sırası ile %66,6, %94,1, %80, %88,9, %87 olarak hesaplandı. Sonuç olarak; Gallamini kriterleri ile benzer şekilde tedavi sonu FDG-PET/BT’deki en yüksek doğruluğa sahip rezidüel SUVmax sınır değerinin >3,5 olduğu saptandı. ROC analizlerinde ise SUVmax >4 değerinin %96 özgüllüğe sahip olduğu ve görsel değerlendirmenin şüpheli olduğu lenfomalarda bu sınır değerin anlamlı olabileceği düşünüldü.Item Akromegali hastalarımızda AIP mutasyonu sonuçlarımız(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019-01-10) Şimşir, Ilgın Yıldırım; Yürekli, Banu Şarer; Solmaz, Aslı Ece; Saygılı, FüsunAryl hidrokarbon reseptor ilişkili protein (AIP) gen mutasyonu, genç yaşta başlayan ve ailesel geçiş gösteren akromegali nedenlerinden biridir. Bu mutasyonu olanlarda hastalık daha agresif ve invazif seyreder, hızlı büyüme göstererek büyük boyutlara ulaşır. Hastalar daha erken yaşta tanı alırlar ve ne yazık ki tedavi direnci ile karakterizedir. Yaptığımız bu çalışmada Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Polikliniğinde takipli akromegali hastalarından 40 yaş altında tanı almaları nedeniyle gönderilen AIP gen mutasyonu sıklığı retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Verilerine ulaşılabilen 26 olgunun 12’si (%46.2) kadın ve 14’ü (%53.8) erkekti. Akromegali tanısı aldıkları yaş ortalaması 33 ± 5 yıldı. Dokuz (%33.3) olgu operasyon sonrası ilaçsız remisyonda takipteydi. Tanı anında 23 (%85.2) hastada makroadenom, 3 (%11.1) hastada mikroadenom saptanmıştır. On iki (%44.4) hastada kavernöz sinus invazyonu, 5 (%18.5) hastada optik kiasma basısı mevcuttu. Hiçbir hastada AIP mutasyonu saptanmamıştır. Hastalarımızın bazılarında ailesel akromegali olmasına, bazılarının nüks etmesine, bazılarının tedaviye dirençli olmalarına ve bazılarının özellikle 30 yaş öncesinde tanı almalarına rağmen AIP mutasyonunun negatif olması yeni, henüz tanımlanmamış mutasyonlar olabileceğini düşündürmektedir. Hasta grubumuzun küçük olması da çalışmamızın en büyük yetersizliğini oluşturmaktadır. Hipofiz adenomlarının genetiği hakkındaki bilgimizi arttırmak adenomların yapısı, davranışı ve prognozu üzerindeki yorumlarımıza yön verecektir.Item Altmış beş yaş üstü metastatik yumuşak doku sarkom hastalarında pazopanib tedavisinin etkinliğinin retrospektif değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019-02-06) Çubukçu, Erdem; Ocak, Birol; Tıp Fakültesi; Tıbbı Onkoloji Bilim DalıYumuşak doku sarkomları (YDS) mezenşimal hücrelerden köken alan tümörlerin nadir ve heterojen grububudur ve tüm erişkin kanserlerin yaklaşık %1 ini oluşturmaktadır. YDS lerin 50 den fazla farklı histolojik tipi mevcuttur. Pazopanib, Vasküler endotelyal büyüme faktörü reseptör 1 (VEGFR-1), VEGFR-2, VEGFR-3, trombosit kökenli büyüme faktörü a (PDGFR-a) ve c-kit bloke eden oral kullanılan tirozin kinaz inhibitörüdür. İlerlemiş yumuşak doku sarkoması olan yaşlı hastalarda oral multi-tirozin kinaz anjiyogenez inhibitörü pazopanib ile tedavi sonuçlarını geriye dönük olarak inceledik. Medyan yaş 72 (65-79) olan toplam 13 hasta dosyası Ocak 2014-Eylül 2018 arasında retrospektif olarak incelendi. Kapesitabin ve Pazopanib tedavisi kemoterapi sonrasında progrese olan yumuşak doku sarkomlu yaşlı hastalarda etkili ve iyi tolere edilmiştir.Item El ve el bileği yerleşimli tendon kılıfının dev hücreli tümörü: 42 hastanın retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019-03-06) Çapkın, Sercan; Kaleli, Tufan; Tıp Fakültesi; Ortopedi ve Travmatoloji Ana Bilim Dalı; El Cerrahisi Bilim DalıTendon kılıfının dev hücreli tümörü (TKDHT), ganglion kistinden sonra elde en sık görülen benign yumuşak doku tümörüdür. Çalışmamızda el ve el bileği yerleşimli TKDHT nedeniyle ameliyat edilen 42 hastanın demografik, klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri ile cerrahi sonrası nüks oranları güncel literatür eşliğinde tartışıldı. Çalışmamızda; kadın/erkek oranı: 2.5/1, ortalama yaş 40.23±14.86, rın %64.28’inde tümör volar bölgeye lokalize, elde en sık lokalizasyon başparmak (%33.3), parmaklarda ise en sık lokalizasyon proksimal falanks (%35,71) olup, bulgular literatür verileriyle uyumluydu. Serimizde şikayetin başlangıcından cerrahiye kadar geçen ortalama zaman 5.4 ay olarak bulundu. Nüks gelişen 2 hastada (%4.76) tümör volar bölgeden başlayıp dorsal bölgeye doğru uzanmaktaydı ve muhtemel nüks nedeni geride satellit lezyon kalmasıydı. Sonuç olarak TKDHT benign karakterine rağmen lokal agresif bir tümördür. Nüks oranlarını azaltmak için büyütücü gözlük altında, geniş bir cerrahi sahada, titiz bir cerrahi uygulanmalı, özellikle hem volar hem de dorsal bölgeye lokalize olan tümörlerde geride satellit lezyon bırakmamak için ayrı insizyonlar kullanılması akılda bulundurulmalıdır.Item Hemşirelerin yaşlıya yönelik tutumları ve etkileyen faktörler(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019-01-02) Pehlivan, Seda; Vatansever, Nursel; Sağlık Bilimleri Fakültesi; Hemşirelik Bölümü; İç Hastalıkları Hemşireliği Ana Bilim DalıÇalışma, hemşirelerin yaşlıya yönelik tutumlarının ve etkileyen faktörlerin belirlenmesi amacıyla tanımlayıcı olarak yapıldı. Araştırma, çalışmaya katılmayı kabul eden 217 hemşire ile yapıldı. Çalışmanın verileri, araştırmacılar tarafından hazırlanan “Hemşire Bilgi Formu”, “UCLA Yaşlı Tutum Ölçeği” ve “KOGAN Yaşlı Tutum Ölçeği” ile toplandı. Verilerin değerlendirilmesinde, student t testi, ANOVA, Pearson korelasyon analizleri yapıldı. Hemşirelerin yaş ortalamasının 33.79±7.05 yıl, çalışma sürelerinin 11.40±7.69 yıl olduğu belirlendi. Hemşirelerin %70.5’i evli, %83.9’unun ailesinde en az bir yaşlı yakını olduğu ve %34.1’inin çalıştığı klinikte yatan hastaların yarısından fazlasının yaşlı olduğunu ifade etti. Hemşirelerin yaşlı yönelik tutumlarının olumlu olduğu, yaş ve çalışma yılı arttıkça yaşlıya yönelik tutum puanının arttığı saptandı (p<0.05). Evli, çocuk sahibi olan, yaşlı yakını olan, anne/babası vefat etmiş olan hemşirelerin yaşlı yönelik tutum puan ortalamalarının daha yüksek olduğu ve özel birimlerde çalışanların en düşük yaşlı tutum puan ortalamasına sahip olduğu belirlendi (p<0.05). Hemşirelerin geriatri hemşireliği dersini alma durumunun yaşlı yönelik tutumunu etkilemediği belirlendiğinden, toplumsal, kültürel ve bireysel değerlerin yaşlıya yönelik tutumu etkilediği sonucuna varılmıştır.Item İnsülin enjeksiyonu uygulamalarında enjeksiyon bölgesinin mikrobiyal yükünün incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2018-02-05) Yılmaz, Dilek; Alkan, Perihan Erkan; Özakın, Cüneyt; Dirik, Gülsev; Sağlık Bilimleri Fakültesi; Tıbbi Mikrobiyoloji Ana Bilim DalıBu çalışmada; insülin enjeksiyonu öncesi enjeksiyon bölgesindeki mikrobiyal yük incelenerek deri antisepsisi için %70’lik etil alkol kullanımının gerekli olup olmadığını değerlendirmek amaçlandı. Araştırma, bir üniversite hastanesinin Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kliniğinde yürütüldü. Araştırmanın örneklemini; Tip 1 Diabetes Mellitus (DM) tanısı alan, insülin tedavisi uygulanan, enjeksiyon bölgesi belirgin derecede kirli olmayan, enfeksiyon riski bulunmayan ve araştırmaya katılmayı gönüllü kabul eden 66 hasta oluşturdu. İnsülin enjeksiyonları abdominal bölgeye uygulandı ve her hastadan toplam iki kez cilt kültürü alındı. İnsülin enjeksiyonu öncesi hastanın enjeksiyon bölgesinde 10 cm2 olarak belirlenmiş bir alan steril bir eküvyon ile deneyimli bir araştırmacı tarafından cilt üzerine sürtülerek ilk kültür örneği alındı. Daha sonra bölge %70’lik etil alkol emdirilmiş pamuk ile içten dışa doğru silindi ve alkolün kuruması için 30 saniye beklendi. Ardından hastaya insülin enjeksiyonu uygulandı ve aynı bölgeden ikinci kültür örneği alındı. Araştırmaya katılan hastaların %95’inde enjeksiyon öncesi, %66.7’sinde ise enjeksiyon sonrası enjeksiyon bölgesinde üreme olduğu saptandı. Enjeksiyon öncesi enjeksiyon bölgesi üzerindeki cm2 başına ortalama Colony Forming Unit (CFU) 60.13±51.65, %70’lik etil alkol kullandıktan sonraki ortalama CFU 15.98±25.27 olarak belirlendi ve bu istatistiksel olarak anlamlı ölçüde yüksek bulundu (p=0.000). Araştırma sonucunda; Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kliniğinde Tip 1 DM tanısı ile yatan hastalara insülin enjeksiyonu öncesi cilt antisepsisinin gerekli olduğu kanısına varıldı.Item Kronik ürtikerli hastalarda etyolojik faktörlerin değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2018-12-25) Adışen, Esra Özsoy; Şeker, Ümmühan; Tıp Fakültesi; İmmünoloji ve Allerji Hastalıkları Bilim DalıÇalışmamızda kronik ürtiker (KÜ)’e neden olabilecek faktörlerin tespitinde anamnez, klinik bulgular, rutin tanısal testler ile otolog serum ve plazma deri testlerinin (OSDT ve OPDT) yeterliliği ve gerekliliğininin değerlendirilmesi amaçlandı. Çalışmaya altı haftadan uzun süre ürtiker ve/veya anjioödem semptomları tarifleyen 52 erişkin hasta dahil edildi. Tüm hastalar allerjik, otoimmün, enfeksiyöz ve dahili hastalıklar açısından tetkik edildi. Ürtiker- ürtikeryal vaskülit (ÜV) ayrımında kesin tanı histolopatolojik değerlendirme ile konuldu. Otolog serum ve plazma deri testi 51 hasta ve 28 sağlıklı gönüllüye uygulandı. Hastaların %32,7’sinde fiziksel ürtiker (FÜ) tespit edildi. Emosyonel stres, en sık (%75) tetikleyici olarak belirlendi. Kronik spontan ürtiker (KSÜ)’li hastalarda OSDT ve OPDT sırasıyla %55,5 ve %16 oranında pozitif bulundu ve aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı idi (p=0,021). Tiroid otoantikorları ile OSDT pozitifliği arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki tespit edildi (p=0,031). Fiziksel ürtiker, kronik ürtikeryal semptomlarla başvuran hastalarda öncelikle dışlanması gereken ürtiker alt tipidir. Hastalığın yönetiminde emosyonel stres kontrolü göz önünde bulundurularak hastalara gereken psikososyal destek sağlanmalıdır. Otolog serum deri testi pozitif olan hastaların tiroid otoimmünitesi açısından değerlendirilmesi gerekmektedir. Rutin ve geniş laboratuvar incelemelerinin yerine anamnez ve fizik muayene ile elde edilmiş verilere dayanılarak etyolojik araştırmalar planlanmalıdır.Item Metastatik meme kanseri tedavisinde lapatinib kapesitabin kombinasyonun etkinliğinin retrospektif değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2018-12-20) Ölmez, Ömer Fatih; Deligönül, Adem; Kaçan, Turgut; Çubukçu, Erdem; Ocak, Birol; Tıp Fakültesi; Tıbbi Onkoloji Bilim DalıTüm dünyada meme kanseri kadınlarda kanserin ve kanser ilişkili ölümlerin en sık nedenidir. Meme kanserli hastaların %17-30 HER2 overekspresyonu olup hastalık, kötü prognoz, hastalık progresyon riskinde artış, genel sağkalım ve progresyona kadar geçen sürenin her ikisinde azalma ile birliktedir. Lapatinib, HER2 ve epidermal büyüme faktör reseptör(EGFR) ün ilk dual tirozin kinaz inhibitörüdür. Bu çalışma da antrasiklin, taksan ve trastuzumab tedavisi sonrasında progrese olan metastatik meme kanserli hastalarda kapesitabin ve lapatinib kombinasyonunun etkisini ve tolerabilitesini inceledik. Medyan yaş 56 (34-76) olan toplam 24 hasta dosyası Eylül 2010-Mayıs 2018 arasında 3 merkezde retrospektif olarak incelendi. Tüm hastalar taksan ve antrasiklin içeren kemoterapi ve trastuzumab sonrası progrese olan HER2 pozitif metastatik meme kanseri hastalardı. Genel cevap oranı %29.1, 2 komplet yanıt (CR, 8.3%), 5 parsiyel yanıt (PR, 20.8%) ve 7 stabil hastalık (SD, 29.1%) olmak üzere sağlandı. Kapesitabin ve lapatinib kombinasyon tedavisi antrasiklin, taksan ve trastuzumab tedavisi sonrasında progrese olan metastatik meme kanserli hastalarda etkili ve iyi tolere edilmiştir.Item Panik atak tanısı alan hastaların acil servise başvurma sıklıkları ve başlatan stres etkenleri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019-02-21) Avdal, Elif Ünsal; Uran, Berna Nilgün Özgürsoy; Arkan, Burcu; Sağlık Bilimleri Fakültesi; Psikiyatri Hemşireliği Ana Bilim DalıPanik atak tanısı alan hastaların acil servise başvurma sıklıkları ve başlatan stres etkenlerinin incelenmesi amacıyla retrospektif olarak planlanmıştır. Çalışmanın örneklemini, 2010 ile 2016 arasında bir üniversite hastanesinin acil servisine panik atak nedeniyle başvuran 20 ile 79 yaş arası toplam 300 hasta oluşturmuştur. Tanımlayıcı verilerin analizinde sayı yüzde analizleri kullanılırken; kategorik değişkenlerin gruplar arasındaki oranları ise ki-kare analizi ile değerlendirilmiştir. Araştırmaya dâhil edilen 300 panik atak tanısı almış hastanın %69,1‘i kadın, %30,9‘u erkektir. Panik atak nedeniyle acil servise başvuran hastaların yıllara göre başvurma sıklıkları arasında anlamlı bir fark bulunmuştur (p=0.001). Panik ataklarını başlatan stres etkenleri geriye dönük incelendiğinde ise; %35 oranında yeni kanser tanısı almış olma olduğu belirlenmiştir. Araştırma ülkemizde ilk kez acil servislerde panik atak tanılı hastalara yönelik yapılan bir kohort çalışması niteliğindedir. Bu nedenle; çok merkezli, geniş katılımlı toplum temelli araştırmaların yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.Item Preeklamptik hastalarda adenozin deaminaz gen polimorfizmi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019-01-09) Görükmez, Orhan; Orhan, Adnan; Atalay, Mehmet Aral; Tüfekçi, Mehpare; Ksapoğlu, Işıl; Tıp Fakültesi; Kadın Hastalıkları ve Doğum Ana Bilim DalıPreeklampsi; hipertansiyon, proteinüri ve birçok klinik manifestasyon ile karakterize multisistem bir hastalıktır. Etyopatogenezi henüz tam olarak anlaşılamasa da azalmış plasental perfüzyonun genetik, immünolojik ve inflamatuar faktörlerden etkilendiği bilinmektedir. Preeklampside artan hücresel immünitenin temel mediatörlerinden adenozin deaminaz (ADA), pürin nükleotidlerinin yıkımında yer alan ve Adenozin’in İnozin’e çevrimini katalizleyen bir enzimdir. Preeklampside hücresel immünitenin artmasına bağlı olarak ADA seviyelerindeki artış saptanmıştır. Bu çalışmanın amacı preeklamptik hastalarda ADA gen polimorfizmini değerlendirmektir. Çalışmaya 45 asemptomatik normal gebe ile 43 preeklampsili gebe alındı. Olgulardan alınan maternal plazma örneklerinden PCR-RFLP (Polymerase Chain Reaction- Restriction fragment length polymorphism) tekniği ile 20. kromozom uzun kolu üzerinde bulunan ADA geninin 8. kodon kısmındaki 22. nükleotidinin G (Guanin)’den A (Adenin)’e dönmesi ile karakterize gen polimorfizmi incelendi. Her iki gruptan elde edilen verilerin istatistiksel analizi Fisher exact test ve Ki-kare testleri ile yapıldı. Her iki grup arasında psikososyokültürel ve demografik özellikler açısından fark saptanmadı. Kontrol grubundaki adenozin deaminaz gen polimorfizmi oranı %8,9 iken, preeklampsi grubundaki ADA gen polimorfizmi oranı %4,5 olarak saptandı. Preeklampsi grubu ile kontrol grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmedi (p>0.05, Odds ratio: 0.9 [%95 confidence interval:0.485-1.693]). Çalışmanın sonucunda preeklamptik hastalardaki immünolojik patogenetik süreçlerin bir mediatörü olarak düşünülen ve pürin metabolizmasının en önemli enzimi olan adenozin deaminazı üreten ADA genindeki polimorfizmin, preeklamptik hastalarda farklı olmadığı görülmüştür. Maternal plazma ADA düzeyleri ile ilgili yapılan birçok çalışma olmasına rağmen, literatürde preeklamptik hastalarda ADA gen polimorfizmini ilk defa araştıran bu çalışma ile, preeklampsinin patogenezini için yapılacak ileri dönem araştırmalara bir katkı sağlayabileceğimizi ümit ediyoruz.Item Reproduktif sistemde ADAMTS genleri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2018-02-05) Kalem, Ziya; Kalem, Müberra Namlı; Şimşir, CoşkunGüncel genetik çalışmalarından ele edilen bilgilere göre pek çok gen çeşitli üreme organ ve dokularında hayati rol oynamaktadır. Fertilitenin tüm makro- ve mikro-süreçlerinde yoğun araştırmalar devam etmesine ve system çözülmeye çalışılmasına rağmen, üreme sistemi patofizyolojisi halen tüm bilinmezliğiyle karşımızda durmaktadır. Ekstrasellüler matriks (ECM) hücreler için yapısal bir destek olmasının yanısıra hücrenin şekli, davranışı, diferansiasyonu, proliferasyonu, gen expresyonu ve hayatiyetleri üzerinde belirleyici rolü olan fonksiyonel bir dokudur. “A Disintegrin-like And Metalloproteinase with Thrombospondin type-1 motif” (ADAMTS) proteinleri, ECM yapılarının yıkımından sorumlu, vücutta birçok fizyolojik ve patolojik süreçte önemli rolleri olan çinko bağımlı proteinazlardır. Bu derlemenin amacı üremenin patofizyolojisinde ADAMTS’lerin rolleri üzerine yapılmış çalışmaları biraraya getirerek konuyla ilgili geniş bir perspektif sunmaktır.Item Sitagliptin monoterapisi ile kombinasyon tedavilerinin karşılaştırılması(Uludağ Üniversitesi, 2018-12-12) Şişman, Pınar; Gül, Özen Öz; Cander, Soner; Ersoy, Canan; Tıp Fakültesi; Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim DalıÇalışmamızda sitagliptinin monoterapide ve kombinasyon (metformin veya pioglitazon) tedavilerinde kullanımlarının glisemik kontrol, lipid profili ve insülin direnci üzerine etkilerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yeni tanı almış ve daha önce antidiyabetik tedavi almamış olan toplam 46 tip 2 diyabetik hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalara rastgele olarak sitagliptin (grup 1), sitagliptin+metformin (grup 2), sitagliptin+pioglitazon (grup 3) tedavileri başlandı. Tedavide sitagliptin 100mg/gün, metformin 2000mg/gün ve pioglitazon 30mg/gün dozlarında kullanıldı. Altı aylık izlem süresini tüm hastalar tamamladı. Hastalar başlangıçta ve çalışma sonunda antropometrik ölçümler, glisemik parametreler ve lipid düzeyleri açısından değerlendirildi. Hastaların başlangıç antropometrik ölçümleri, glisemik parametreleri ve lipid profilleri benzerdi. Altıncı ay sonunda yapılan değerlendirmede grup 1’de istatistiksel anlamlı vücut kitle indeksi (VKİ) düşüşü gözlenirken, grup 2 ve 3’te istatistiksel anlamlı değişiklik saptanmadı. Hemoglobin A1c her üç grupta da istatistiksel olarak anlamlı düzeyde azaldı, gruplar arasında ise istatistiksel anlamlı farklılık saptanmadı. Altıncı ay sonunda serum trigliserid düzeyleri grup 3’te anlamlı olarak azalırken diğer lipid profili üzerine etkileri açısından her üç grup arasında farklılık saptanmadı. HOMA-IR değerlendirildiğinde 6 ay sonunda grup 1 ve grup 2’de farklılık saptanmazken, grup 3’te anlamlı azalma olduğu görüldü (p<0.05). Çalışmamız sonucunda sitagliptin monoterapisi sitagliptin+metformin ve sitagliptin+pioglitazon kombinasyon tedavilerinin glisemik değerler ve lipid profili üzerine olan etkileri benzerdi. Sitagliptin pioglitazon kombinasyon tedavisinin insülin direnci ve trigliserid düzeylerini düşürmede daha üstün olduğu saptanmıştır.Item Subakromiyal sıkışma sendromlu hastalarda peloidoterapinin etkinliği(Uludağ Üniversitesi, 2018-12-18) Kepekçi, Müge; Taşpınar, Özgür; Barut, Yasemin; Geçmen, İlkerÇalışmamızın temel amacı subakromiyal sıkışma sendromunda evde uygulanan ve hastanede uygulanan peloidoterapinin etkinliği araştırmaktır. Tek taraflı omzunda subakromiyal sıkışma sendromu tanısı almış olan 73 kadın hasta çalışmaya alındı. Hastalar tedavi grubu (n=42) ve kontrol grubu (n=31) olmak üzere iki farklı gruba ayrıldı. Tedavi grubundaki hastalara peloid tedavisi deriye direk temas olacak şekilde peloidoterapi ünitesinde uygulandı. Kontrol grubundaki hastalar ise peloidi evde kendi imkanlarıyla uyguladı. Her iki grup rutin medikal tedavilerine ve ev egzersiz programlarına devam ettiler. Değerlendirilmelerde hastaların omuz fonksiyonlarını değerlendirmek için DASH-T (Kol,omuz ve el yaralanması anketi) skorları, ağrı için VAS(Visuel Ağrı Skalası) ve genel durumları için sağlık değerlendirme anketi HAQ(Sağlık Değerlendirme Anketi) kullanıldı. Çalışma grubunda DASH ve HAQ skorları bakımından tedavi sonrasında tedavi öncesine göre anlamlı farklılık görülmemiştir (p>0.05). Yaptığımız çalışmada çalışma grubundaki peloidoterapi uygulamalarında kontrol grubundaki peloidoterapi uygulamalarına göre ağrı parametrelerinde daha olumlu sonuçlar elde edilmiştir. İleride yapılacak vaka sayısının arttırıldığı çalışmalara ihtiyaç vardır.Item Tıkayıcı uyku apne sendromu hastalarında farklı yaş grupları arasındaki vücut kitle indeksi ve apne hipopne indeksi arasındaki ilişkinin karşılaştırılması(Uludağ Üniversitesi, 2018-11-27) Karakurt, Süleyman Emre; Kum, Nurcan; Çetin, Mehmet Ali; Ensari, Serdar; Karakuş, Mehmet Fatih; Dere, HüseyinObezite tıkayıcı uyku apne sendromu (TUAS) için iyi tanımlanmış bir risk faktörüdür, ancak obezitenin TUAS gelişim riski üzerine etkileri, farklı yaş gruplarında farklı bulunmuştur. Bu çalışma ile farklı yaş gruplarında, vücut kitle indeksi (VKİ) ile apne hipopne indeksi (AHİ) arasındaki ilişkinin araştırılması ve obezitenin TUAS ağırlığı üzerine etkilerinin yaş grupları arasındaki farkının araştırılması amaçlandı. TUAS ön tanısı ile tüm gece polisomnografisi yapılan hastaların polisomnografik kayıtları retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya dahil edilme kriterlerini karşılayan 236 hasta, yaş aralıklarına göre 4 farklı gruba ayrıldı. Grupları sırası ile 40 yaş altı, 41-50 yaş arası, 51-60 yaş arası ve 60 yaş üstü hastalar oluşturdu. Tüm hastaların ve her bir grubun VKİ ve AHİ’leri arasındaki korelasyon araştırıldı. Altmış yaş üstü hasta grubu haricindeki tüm gruplarda VKİ ile AHİ arasında istatistiki anlamlı aynı yönlü korelasyon saptandı. Literatürle uyumlu olarak ileri yaş grubunda obezitenin TUAS şiddeti üzerine etkisi, diğer yaş gruplarına göre daha düşük olduğu sonucuna ulaşıldı.Item Bir üniversite hastanesi’nde beyin ölümü tanısı konan olgularda organ bağışı oranlarının retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2018-12-28) Karan, Elif; Elgin, Ersin; Oflaz, Rafet; Selimoğlu, Kerem; Coşkun, Burhan; Girgin, Nermin Kelebek; Tıp Fakültesi; Anesteziyoloji ve Reanimasyon Ana Bilim Dalı; Yoğun Bakım Bilim DalıBu çalışmada, hastanemizde 01.01.2015-31.12.2017 tarihleri arasında beyin ölümü tanısı konan 48 olgunun kayıtları retrospektif incelenerek, beyin ölümü tanısı konan olguların demografik ve klinik özellikleri ile organ bağış oranları araştırıldı. Olgular ortalama 39.88±20.57 (1-84) yaşında olup, en sık iskemik veya hemorajik inme (%52.1) ve travma (%27.1) sonrası beyin ölümü gelişmişti. Yoğun bakım yatış ile beyin ölümü tanısı arasında geçen süre 35.15±33.58 saatti. Tüm olgulara apne testi yapılmış, 15 olguya (%31.25) ise destekleyici test uygulanmıştı. Yirmi olgunun ailesi (%41.7) organ bağışına olumlu yanıt vermişti. Yaş, cinsiyet, hastane yatış tanısı ve yoğun bakım yatış zamanı ile beyin ölümü saptanması arasında geçen süre aile bağış oranını etkilememişti (sırasıyla p = 0.796, p = 0.461, p = 0.078, p = 0.392). Aile onayı ile organ bağışı izni alınan 20 donörün 3’ünün organları tıbbi nedenlerle kullanılamamış, 17 donörden toplam 31 organ alınarak başka hastalara nakledilmişti. Hastanemizde organ bağış oranının aynı dönemdeki Türkiye ortalamasının (%26.4) üzerinde olduğunu, hastanın demografik verilerinin ve tanı için geçen sürenin bağış oranında etkili olmadığını saptadık.Item Üretral karünküllerin klinik ve histopatolojik özellikleri: olgu serisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2018-12-03) Vuruşkan, Berna Aytaç; Vuruşkan, Hakan; Hasdemir, Seçil; Tıp Fakültesi; Tıbbi Patoloji Ana Bilim DalıÜretral karünküller, postmenopozal kadınlarda daha sık gözlenen üretral meatusun benign polipoid kitleleridir. Çalışmada 2005 – 2013 yılları arasında, üretral karünkül tanısı almış olgular, geriye dönük incelenerek, klinik ve histopatolojik özellikleri ortaya konuldu. Üretral karünküller benign ve malign tümörleri taklit edebilen lezyonlardır. Özellikle semptomatik veya malignite şüphesi taşıyan üretral karünküllerden biyopsi örneklemesi yapılmalıdır.Item Vezikula seminalis ve duktus deferens yerleşimli lokalize amiloidozis olgularının retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019-02-12) Özşen, Mine; Vuruşkan, Berna Aytaç; Vuruşkan, Hakan; Tıp Fakültesi; Üroloji Ana Bilim DalıAmiloidoz, sistemik veya lokalize tutulum gösterebilen, amiloid proteinin ekstraselüler matrikste birikimi ile karakterize heterojen bir hastalık grubudur. Lokalize amiloidoz, amiloid birikiminin tek bir dokuya sınırlı kalması sonucu gelişen ve lokalize bir kitle oluşturması nedeniyle de klinik olarak maligniteleri taklit edebilen non-neoplastik bir hastalıktır. Bu çalışmada vezikula seminalis ve duktus deferens yerleşimli lokalize amiloidoz serimizin sunulması ve bu tümörlerin klinikopatolojik özelliklerinin literatür bilgileri eşliğinde sunulması amaçlanmıştır. Çalışmamızda Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı arşivi taranarak 2013–2018 yılları arasında tanı almış vezikula seminalis ve duktus deferens yerleşimli lokalize amiloidoz olguları incelendi. Sistoprostatektomi prosedürü uygulanan 4 olguda sadece vezikula seminalislerde, prostatektomi prosedürü uygulanan 6 olgunun 5'inde hem vezikula seminalis hem de duktus deferenslerde ve 1 olguda ise sadece duktus deferenslerde lokalize amiloidoz saptandı. Olguların tamamında subepitelyal yerleşimli, eozinofilik, amorf, homojen madde şeklinde gözlenen birikimlere Kongo red boyaması uygulandı. Kongo red histokimyasal boyaması ile bu alanlarda kiremit kırmızısı boyanma saptandı ve polarize ışık mikroskobi bakısında elma yeşili refle verdiği tespit edildi. Sonuç olarak, lokalize amiloidoz çok farklı lokalizasyonlarda saptanabilmekle birlikte vezikula seminalis ve duktus deferens lokalizasyonunda nispeten nadirdir. İnsidental saptanmaları nedeniyle biyopsi örnekleri değerlendirilirken amiloid birikimi açısından da olguların değerlendirilmesi ve gerekli görülen olgularda Kongo red boyamasının yapılması önem arz etmektedir.Item Video EEG monitorizasyon ünitesinde takip edilen epilepsi hastalarının retrospektif EKG kayıtlarının aritmi açısından incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019-01-08) Uslu, Pınar Uzun; Demir, Aylin Bican; Bora, İbrahim; Tıp Fakültesi; Nöroloji Ana Bilim DalıVideo EEG monitorizasyon (VEM) ünitelerinde hastalara iki elektrot aracığıyla eş zamanlı EKG monitörizasyonu yapılmaktadır. EKG kaydının olması, EEG artefaktlarının epileptik deşarjlardan ayırımının yanı sıra, interiktal ya da periiktal dönemde ortaya çıkabilicek kardiyak aritmileri de gösterebilmektedir. Bu aritmilerin ayrıca ani beklenmeyen ölümlere (SUDEP: Sudden unexpexcted death of epilepsy) yol açabileceği düşünülmektedir. Bu çalışmada VEM ünitelerinde takip edilen hastaların eş zamanlı EEG-EKG kayıtları retrospektif değerlendirilerek aritmilerin tanımlanması ve ilişkili olabilecek faktörlerin belirlenmesi araştırılması amaçlandı. Mart 2014 ile Şubat 2016 arasında VEM ünitesinde takip edilen hastaların EEG-EKG kayıtları ve nöbet semiyolojileri retrospektif olarak incelendi. Yaş, cinsiyet, nöbet sınıflandırması, nöbet sayısı, aritmi varlığı, ortaya çıkış zamanı ve tiplendirmesi yapılarak, bunların birbiri ile ilişkisi değerlendirildi. Çalışmaya dahil edilen 165 hastanın %45,4’ü (n:75) kadın, %54,5’i (n:90) erkekti. Kadın hastaların yaş ortalaması 34±3 iken erkeklarin yaş ortalaması 49± 5 idi. Tüm bu hastaların EEG- EKG ve nöbet bulguları değerlendirildi. Hastaların %77’si (n:127) fokal, %23’ü (n:38) jeneralize epilepsi hastasıydı. Kayıt edilen toplam 370 fokal nöbetin %62,9’u (n:233) temporal, %24,8’i (n:92) frontal, %9 (n:35) parietoksipital kaynaklıydı. Temporal lob kaynaklı nöbetlerin %35’inde (n:82), frontal lob nöbetlerin %50’sinde (n:46) parietoksipital nöbetlerin %11’inde (n:4) iktal taşikardi saptandı. Tespit edilen 79 jeneralize nöbetin %87’sinde (n:69) iktal taşikardi tespit edildi. Temporal lob kaynaklı nöbetlerin %5,6’sında (n: 13), frontal nöbetlerin %2,2’sinde (n:2) ve primer jeneralize nöbetlerin ise %1’inde (n:8) iktal bradikardi saptandı. Temporal epilepsili 1 (%0,43) hastada ise iktal asistoli tespit edildi. Çalışmamızda epilepside ortaya çıkabilecek ritm bozukluklarının sıklık, nöbet semiyolojisi ve EEG ile ilişkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır.