2019 Cilt 17 Sayı 1
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/9319
Browse
Browsing by Issue Date
Now showing 1 - 16 of 16
- Results Per Page
- Sort Options
Item Anaflaksiye aile hekimlerinin gözünden bakış(Uludağ Üniversitesi, 2019) Özkars, Mehmet YaşarGİRİŞ ve AMAÇ: Anaflaksi; hızlı başlangıçlı ve ölümcül olabilen alerjik bir reaksiyon olarak tanımlanabilir. Anaflaksi yönetiminde ana hedef doğru ve hızlı tanı ve tedavidir. Çünkü tanı veya tedavide gecikme ölüme yol açabilir. Bizim bu çalışmayı yapmaktaki birincil amacımız; birinci basamak sağlık hizmeti veren aile hekimlerimizin anaflaksi tanı ve tedavisi hakkındaki bilgi düzeylerini ölçmektir. Diğer yandan söz konusu hekimlerimizin dikkatlerini anaflaksi konusuna çekerek konu hakkındaki farkındalıklarının artırılmasını sağlamaktır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza 192 aile hekimi gönüllü olarak katıldı. Aile hekimleri ile yüz yüze görüşülerek önceden hazırlanmış olan anket formları dolduruldu. Anket formları hekimlerin anaflaksi durumunu tanıma ve tedavi etme becerilerini ölçmeye yönelik olarak hazırlandı. Verilen doğru cevaplarla aile hekimlerinin mesleki tecrübeleri arasında ilişki olup olmadığına bakıldı. Mesleki tecrübe 1-10 yıl çalışma ve 11-30 yıl çalışma olarak iki grupta değerlendirildi. BULGULAR: “Anafilakside ilk basamak hareketi olarak Adrenalin uygulamasının önerilen yolu nedir?” sorusuna birinci grup %80,3 oranında “intramüsküler” cevabını verirken ikinci grupta bu oran %60,3‟lerde kaldı ve iki grubun kıyaslamasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p=0,004). “Adrenalinin tavsiye edilen uygulama yeri neresidir?” sorusuna verilen doğru cevaplar (Birinci grup %60,5 / İkinci grup %45,7) kıyaslandığında ise iki grup arasında anlamlı fark vardı (p=0.034). “Adrenalin (Penepin®) otomatik enjektörünü hiç duydunuz mu?” sorununa birinci grubun %51,3‟ü “evet” cevabı verirken ikinci grubun %36,2‟si “evet” cevabını verdi ve her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p=0.039). TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, çalışmamız, birinci basamakta çalışan aile hekimlerin anaflaksi konusundaki bilgilerinin yetersiz olduğunu göstermektedir. Eksikliklerin giderilebilmesi için birinci basamakta çalışan hekimlerimize etkili ve pratiğe dayalı eğitimlerin verilmesi elzemdir. Ayrıca yapılacak yeni anket çalışmalarına da ihtiyaç vardır. Çünkü her anket çalışması konu ile ilgili bir farkındalık oluşturarak bilgi düzeyinin artmasına katkı sağlamaktadır.Item Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yapılan kan transfüzyonu uygulamalarının değerlendirilmesi; tek merkez deneyimi(Uludağ Üniversitesi, 2019) Turhan, AliGİRİŞ: Yenidoğan bebeklerde kan transfüzyonu, diğer yaş gruplarındaki hastalara göre daha yüksek komplikasyon riskine sahip olup, bu yaş grubundaki transfüzyonlarda göz önünde bulundurulması gereken konular bulunmaktadır. Bu çalışmada, yenidoğan yoğun bakım ünitesi (YYBÜ)’nde kan transfüzyonu yapılmış bebeklerin kayıtlarının geriye dönük incelenmesiyle, transfüzyon yapılan tanı grupları, kullanılan kan ürünlerinin özellikleri ve transfüzyon uygulamaları güncelliğinin araştırılması hedeflendi. GEREÇ ve YÖNTEM: Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi İstanbul Hastanesi YYBÜ’sinde Kasım 2013 – Mayıs 2018 tarihleri arasında yatan 968 yenidoğan bebek arasından, 1377 transfüzyon uygulanan toplam 256 bebeğin dosya kayıtları geriye dönük incelendi. BULGULAR: Bebeklerin %43.8’i kız, ortanca doğum ağırlığı 2598 (1478 – 3228) gram, ortanca doğum haftası 36.5 (30 – 39) hafta, ortanca yatış süreleri 32 (15 – 67.5) gün bulundu. En çok kullanılan kan grubu A Rh (+), en az kullanılan kan grubu AB Rh (-)’ti. Transfüzyonların %39.9’u taze donmuş plazma, %36.2’si eritrosit, %23.5’i trombosit süspansiyonu ile yapılmıştı. En çok transfüzyon uygulanan tanılar sırasıyla prematürite ve ilişkili olduğu hastalıklar, santral sinir sistemi, konjenital kalp, gastrointestinal sistem hastalıkları ile ilişkili cerrahi girişim gerektiren hastalıklardı. Term bebeklere göre, preterm bebeklerde trombosit süspansiyonu kullanım oranı daha yüksekti, diğer ürünlerin kullanım oranı benzerdi. SONUÇ: YYBÜ’lerde çok sık yapılan kan transfüzyonu uygulamalarıyla ilgili hekimlerin bilgilerini güncellemeleri ve transfüzyon tıbbı konusunda verilen eğitimlerin yaygınlaşması, transfüzyonda kullanılacak kan ürününün doğru seçilmesini ve hazırlanmasını, transfüzyon risklerinin azaltılmasını, gereksiz transfüzyonların önünde geçilmesini sağlayacak ve transfüzyon güvenliğini arttıracaktır.Item Adıyaman ilindeki diyabetik çocukların epidemiyolojik özellikleri(Uludağ Üniversitesi, 2019) İşleyen, Fatih; Bolu, SemihGİRİŞ ve AMAÇ: Retrospektif olarak planlanan çalışma ile diyabetes mellitus (DM) tanısı alan 0-18 yaş arası hastaların klinik ve laboratuvar bulguları ile epidemiyolojik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ekim 2016 ile Ağustos 2018 tarihleri arasında Adıyaman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi Kliniği’nde yeni DM tanısı konulan 78 olgu alındı. Hastalar, tanı yaşına ve diyabet türüne [Neonatal DM, Tip 1 DM, Tip 2 DM, Gençlikte Ortaya Çıkan Erişkin Tip Diyabet (MODY)] göre dört gruba ayrıldı. BULGULAR: Diyabet tipleri açısından hastalar incelendiğinde 45 hastada Tip 1DM (%57,7), 13 hastada Tip 2DM (%16,7), 15 hastada MODY tip 2 (%19,2), üç hastada MODY tip 3 (%3,9) ve 2 hastada neonatal DM (%2,5) tespit edildi. Tip 1 DM’nin görülme yaşının sırasıyla 10-14 yaş (%35,6) ve 5-9 yaş (%31,1) grubunda zirve yaptığı görüldü. Cinsiyet açısından gruplar karşılaştırıldığında 0-4 yaş ile 5-9 yaş grubunda kız cinsiyet, 10-14 yaş ile 15-17 yaş grubunda erkek cinsiyet üstünlüğü mevcuttu. Tip 2DM’li hastaların 9’u (%69,2) kız, 4’ü (%30,8) erkek ve tanı anındaki yaş ortalaması 13,2±2,4 yıl idi. MODY olgularının 15’ini (%83,3) GCK-MODY ve 3’ünü (%16,7) HNF1A-MODY olgularının oluşturduğu görüldü. TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda Adıyaman ilindeki T1DM’li çocukların en sık 10-14 yaş arasında tanı aldığını ve hastalığın 10 yaş altında kızlarda, 10 yaş üzerinde ise erkeklerde daha sık ortaya çıktığını saptadık. T2DM’li çocukların ise ortalama 13,2 yaşında tanı aldığını ve bu hastalarda kız cinsiyet üstünlüğü olduğunu belirledik. Bölgemizde tüm diyabet nedenleri içinde monogenik diyabetin, özellikle de GCK-MODY’nin önemli bir yer işgal ettiğini gösterdik.Item Annelerin bebek sağlığında D vitamini kullanımına ilişkin bilgi ve uygulamaları(Uludağ Üniversitesi, 2019) Dağhan, Şafak; Toraman, Aynur Uysal; Yelten, Gülçin; Taşkıran, Gülcan; Savan, FatmaGİRİŞ: D vitamini yetersizliği dünya çapındaki nüfusun neredeyse % 50'sini etkilemektedir. Bebekler, hamileler ve yaşlılar bu durumdan en çok etkilenen gruplardır. Bu çalışmanın amacı, annelerin bebek sağlığı için D vitamini kullanımına ilişkin bilgi ve uygulamalarını incelemektir. GEREÇ ve YÖNTEM: Bu tanımlayıcı çalışma, İzmir'de altı Aile Sağlığı Merkezi‟nde gerçekleştirildi. Araştırma verileri araştırmacılar tarafından literatür doğrultusunda geliştirilen anket formu kullanılarak toplanmıştır. Anket formu aile sağlığı merkezlerine kayıtlı ve araştırmaya katılıma gönüllü olan 286 anneye uygulanmıştır. BULGULAR: Annelerin %46,9‟unun gebelikte D vitamini kullanımıyla ilgili eğitim aldığı ve bunlardan %30,1‟inin eğitimlerini hemşire/ebeden aldığını belirlenmiştir. D vitamini kullanımı konusunda eğitim almış annelerin %88,1'inin gebelik süresince D vitamini desteği kullandığı, eğitim almayan annelerin ise %57,7'sinin gebelik süresince D vitamini desteği kullanmadığı tespit edildi (X²=32,28, p<0,05). Ayrıca annelerin %87,8‟sinin bebeklerine oral D vitamini desteği verdiği, %75,9‟unun ise güneş ışınlarından yararlanmak için bebeklerini dışarı çıkardıkları bulundu. SONUÇ: Annelerin bebek sağlığı ile D vitamini arasındaki ilişki üzerine bilgi düzeyi ve uygulamalarının yeterli olmadığı tespit edilmiştir. Sağlık profesyonelleri özellikle ebeler ve hemşireler, D vitamini kullanımına ilişkin annelerin ve bebeklerin sağlığını korumak ve iyileştirmek için anne ve bebek izlemlerini arttırmalı ve eğitim ve danışmanlık sağlamalıdır.Item FA-C mutasyon olan çocuk hastada şiddetli kulak anomalisi ve erken başlangıçlı kemik iliği yetmezliği: Olgu sunumu(Uludağ Üniversitesi, 2019) Özdemir, Zeynep Canan; Turhan, Ayşe Bozkurt; Bör, Özcan; Sivrikaya, Cansu33 aylık kız hasta solukluk ve halsizlik şikayeti ile başvurdu. Fizik muayenede mikrosefali, auricula displazisi, büyüme geriliği, dismorfik görünümü, iskelet anomalileri vardı. Laboratuar incelemesinde trombositopeni ve anemi saptandı. Mitomisinle uyarılmış kromozom kırılma testinde kromozomal insitabilite gösterildi. Gen sekans analizi ile FA-C mutasyonu belirlendi. Klinik ve laboratuar bulgular ile Fankoni anemisi tanısı konuldu FA-A en yaygın görülen komplementasyon grubudur. FA-C komplementasyon grubu nispeten nadir görülür. Bu makalede nadir görülmesi nedeni ile FA-C mutasyonu olan çocuk hastanın fenotipik özelliklerini bildirmeyi amaçladık.Item Yenidoğan pnömotorakslı hastalarda anjiyocat ile sualtı drenajının toraks tüpüne göre değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2019) Katar, Selahattin; Taşkesen, MustafaGİRİŞ ve AMAÇ: Pnömotoraks yenidoğan hastalarda morbidite ve mortalitesi yüksek olan önemli bir solunum sıkıntısı nedenidir. Semptomatik pnömotorakslı hastalarda acil olarak plevral boşluktaki serbest hava boşaltılmazsa ölümle sonuçlanabilir. Bu yazıda amaç pnömotoraks tanısıyla takip edilen hastaların, daha az agresif ve kolay bir yöntem olan branül ile kapalı su altı drenajı ile plevral boşluktaki serbest hava drenajının sağlanabildiğini işaret etmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Ağustos 2010 - Kasım 2015 tarihleri arasında yenidoğan yoğun bakım ünitesinde pnömotoraks tanısı ile yatırılan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. BULGULAR: 2010 Ağustos -2015 Kasım tarihleri arasında yenidoğan yoğun bakım ünitemize toplam 1017 hasta yatırıldı. Bunların %1.6’sı (n: 17) pnömotoraks tanısı aldı. Ortalama vücut ağırlığı: 2314.7±1023.4 gram (730-3600gram), gestasyonel yaş ortalaması: 34.0±5.4 hafta (24-40 hafta) idi. İki hastada bilateral, bir hastada solda, 13 hastada is sağda pnömotoraks görüldü. Üç hasta herhangi bir girişim olmadan spontan düzelirken, dört hastada tüp torakostomi, 10 hastada ise branül ile kapalı su altı drenajı sağlandı. Tüp torakostomi uygulanan hastalardan birinde tüp yerinden çıktığı için yeniden girişim uygulandı. Branül ile drenaj sağlanan hastalarda herhangi bir komplikasyon görülmedi. Primer tanı dokuz hastada respiratuar distres sendromu, beş hastada asfiksi-mekonyum aspirasyonu, üç hastada yenidoğanın geçici takipnesi idi. İki hasta kaybedildi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Pnömotoraksta zaman kaybı olmadan ve agresif cerrahi bir işleme maruz kalmadan yenidoğan pnömotorakslı hastalarda branül ile kapalı su altı drenajının, çocuk cerrahisi uzmanına ulaşılamadığında, yenidoğan konusunda belli tecrübesi olan hekimler tarafından kolay uygulanabileceğini düşünmekteyiz.Item Erzurum'da hepatit B’li annelerin bebeklerine verilen pasif-aktif immunoprofilaksinin sonuçları, Türkiye(Uludağ Üniversitesi, 2019) Alay, Handan; Şahiner, Melek; Kadıoğlu, Berrin Göktuğ; Alay, Ragıp AfşinGİRİŞ ve AMAÇ: Hepatit B virüsü (HBV) ile infekte annelerden doğan bebekler pasif-aktif immünoprofilaksiye rağmen infekte olabilirler. Bu çalışmada HBV’nin bulaşmasında maternal vireminin rolünü ve HBV ile infekte annelerden doğan bebeklerin pasif-aktif immunoprofilaksi sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya bir Kadın Hastalıkları ve Doğum hastanesinde 2014 ve 2016 yılları arasında HBV ile infekte anneler ve pasif-aktif immünoprofilaksi uygulanan bebekleri dahil edildi. Hastaların sosyodemografik verileri, hepatit belirteçleri, viral yükleri ve çocukların hepatit belirteçleri değerlendirildi. BULGULAR: 2014-2016 yılları arasında 26925 gebe kadın HBsAg için tarandı. 328 HBsAg pozitif gebe kadının 271’i hastanemizde doğum yaptı. Sadece 53 anne ve bebeğine ulaşabildik. HBsAg pozitif 53 anneden 2(% 3,72)’si HBeAg pozitif, 51(% 96,23) anne ise AntiHBe pozitifti. Beş annede(% 9,43) viral yük ≥2000 IU / ml idi. 28(% 52,83) annenin viral yüklerine ulaşılamadı. Maternal HBeAg durumu ve viral yük ile infant antikor yanıtı arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki vardı (p <0,05). Doğum ağırlığı, gestasyonel yaş ve HBIG yapılma zamanı ile infant antikor yanıtı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki yoktu (p> 0,05). TARTIŞMA ve SONUÇ: HBV ile infekte annelerin bebeklerinde pasif-aktif immunoprofilaksi, perinatal bulaşmanın önlenmesinde oldukça etkilidir. HBsAg taraması tüm gebelere hamilelikleri sırasında yapılmalıdır. Hamileliklerinde HBsAg pozitif olarak saptanan annelerin bebeklerine doğumdan 6-12 saat içinde pasif-aktif immunoprofilaksi verilmelidir. Sonrasında mutlaka immünizasyon sonuçları değerlendirilmelidir. Ebeveynlere taburculuk sırasında bilgi verilmesi, toplumun farkındalığını artıracak ve hepatit B'nin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunacaktır.Item Konjenital böbrek ve üriner sistem anomalileri: Tek merkez 14 yıllık deneyim(Uludağ Üniversitesi, 2019) Güngör, Hüseyin; Bek, Kenan; Çelakıl, Mehtap Ezel; Ekinci, ZelalGİRİŞ ve AMAÇ: Böbrek ve idrar yollarının konjenital anomalileri (DBÜSA) genellikle asemptomatiktir ve çeşitli toplumlarda son dönem böbrek yetmezliğinin% 30-60' ının sebebidir. ÇalışmamızdA DBÜSA'lı hastaların uzun süreli epidemiyolojik, demografik ve klinik özelliklerini paylaşmayı amaçladık. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, Nisan 2002-Ocak 2016 tarihleri arasında Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Nefroloji Anabilim Dalı tarafından takip edilen, 0-18 yaş arası 11725 hastadan toplam 4625 DBÜSA hastası dahil edildi. Toplamda DBÜSA olan 4625 hasta teşhis edildi. Geçici hidronefroz tespit edilen 4164 hasta çalışmadan çıkarıldı. Çalışılan 461 hastanın kayıtları retrospektif olarak değerlendirilmiş ve SPSS 20.0 programı ile analiz edilmiştir. BULGULAR: DBÜSA sıklığı% 3,9 idi. Olguların erkek / kadın oranı % 48,8 (225) /% 51,2 (236) idi. VUR % 31,5 (145) hastada tespit edildi, bunların % 71,7 (104) kadın ve% 28,3 (41) erkekti. Hidronefroz, 75 (% 162) hastada mevcuttu. Bu hastaların antenatal tanı oranı % 30,7 idi (23). UPJ obstrüksiyonu 26 (% 70,2) ve VUR 21 (% 14,4) hidronefroz ile ilişkili en sık konjenital böbrek ve üriner sistem anomalileri idi. Olguların % 50,5 (233) 'ünde idrar yolu enfeksiyonu öyküsü vardı. VUR tanısı olan hastalarda bu sıklık % 90,3 olarak saptandı. Kronik böbrek hastalığı 8 hastada mevcuttu. Bu hastaların 4'ünde (% 50) altta yatan neden VUR idi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Son yıllarda, geçici hidronefroz prevalansı antenatal USG'nin yaygın kullanımı ile artmıştır. Bu nedenle uzun dönemde kronik böbrek hastalığı riski yüksek olan DBÜSA'lı hastalar geçici hidronefrozdan ayrılmalı ve üçüncü basamak referans merkezlerinde pediatrik nefroloji ve pediatrik üroloji ile takip edilmelidir.Item Okul öncesi dönemdeki çocukların akran ilişkileri ve belirleyicileri(Uludağ Üniversitesi, 2019) Avcı, Dilek; Selçuk, Kevser Tarı; Kaynak, SerapGİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırmada okul öncesi dönemdeki çocukların akran ilişkilerinin ve belirleyicilerinin saptanması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Kesitsel tipteki araştırma Mart-Mayıs 2018 tarihleri arasında 432 çocuk ile yürütülmüştür. Veriler Kişisel Bilgi Formu, Ladd ve Profilet Çocuk Davranış Ölçeğiyle toplanmıştır. Değerlendirmede tanımlayıcı istatistikler, Kolmogorov-Smirnov testi, t testi, tek yönlü varyans analizi ve post-hoc analizlerde Tukey’s-b testi kullanılmıştır. BULGULAR: Araştırmada öğretmen bildirimine göre çocukların Ladd ve Profilet Çocuk Davranış Ölçeği saldırgan davranış, sosyal davranış, asosyal davranış, korkulu/kaygılı davranış, dışlanma ve aşırı hareketli olma alt boyutlarının puan ortalamaları sırasıyla 2.38±2.20, 11.26±4.54, 3.54±2.38, 4.33±2.61, 2.93±2.79, 2.79±1.92’dir. Cinsiyet, kardeş sayısı, doğum sırası, fiziksel hastalık varlığı, anne-babanın eğitim düzeyi, anne-babanın çalışma durumu, aile tipi, anne-babanın tutumu ve gelir düzeyi değişkenlerinin akran ilişkilerinin belirleyicileri olduğu saptanmıştır (p<0.05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Çocukların saldırgan davranış, asosyal davranış, korkulu/kaygılı davranış, dışlanma, aşırı hareketli olma düzeylerinin düşük, sosyal davranış düzeyinin ise orta düzeyde olduğu, akran ilişkilerinin çocukların bireysel ve aile özelliklerinden etkilendiği belirlenmiştir. Bu doğrultuda okul-aile işbirliği içinde çocukların akran ilişkilerini geliştirmeye yönelik sosyal beceri programlarının düzenlenmesi, sorun yaşayan çocukların belirlenerek sağlık kuruluşuna ya da rehberlik merkezine yönlendirilmesi önerilebilir.Item İlköğretim öğrencilerinde yaş ve cinsiyete göre obezite ve ilişkili özellikler obezite ve ilişkili faktörler(Uludağ Üniversitesi, 2019) Yılmaz, Medine; Kundakçı, Gamze Ağartıoğlu; Dereli, Feyza; Oztornacı, Beste Ozguven; Cetişli, Nuray EgelioğluGİRİŞ: Bu çalışmanın amacı ilköğretim ikinci kademe öğrencilerinde yaş ve cinsiyete göre obezite görülme oranını ve obeziteyle ilişkili özellikleri belirlemektir. GEREÇ ve YÖNTEM: Kesitsel tipte olan bu araştırma İzmir‘in merkeze bağlı dört ilçesinde okul sağlığı çalışmalarının yürütüldüğü, sosyoekonomik düzeyi aynı olan dört ilköğretim okulunda (N:1550), 15 Mart- 3 Haziran 2017 tarihleri arasında yürütülmüştür. Ulaşılabilen ve gönüllü katılım gösteren toplam 1003 öğrenci çalışmaya dahil edilmiştir. Veri toplamada sosyo-demografik bilgi formu, beslenme özellikleri ve alışkanlıkları formu-çocuk / ebeveyn kullanılmıştır. Antropometrik ölçümler (boy, ağırlık) yapılmıştır. BULGULAR: Çocukların yaş ortalamaları 8,73 ± 1,35 (min-max: 7-12) yıl olup %53,1‘i kızdır. Çocukların %24,8‘i fazla tartılı, %9,7‘si obezdir. Çocuklar tarafından kantinden en çok tüketilen yiyecekler sırasıyla gevrek (%55,8), poğaça (%46,1) ve çikolatadır (%43,5). Çocukların günlük tükettikleri süt miktarı medyanı 1 bardaktır (min-max: 0,25-6). Kızların erkeklere göre her gün meyve (X2 =10,88; p=0,004) ve kuru baklagil (X2 =11,568; p=0,003) tüketimleri daha fazladır (X2 =10,88; p=0,004). Erkekler kızlara göre daha fazla gazlı içecek tüketmektedir (X2 = 20,44; p<0,000). SONUÇ: Araştırma sonuçları öğrencilerin obezite sıklığının cinsiyet, ebeveynin BKİ, bilgisayar ve televizyon başında geçirilen süre ve beslenme tercihleriyle ilişkili olduğunu göstermiştir. Çocukluk çağı obezitesinden korunmada çocuklar için riskli obezojenik fiziksel ve sosyal çevrenin düzenlenmesi öncelikli ve önemli bir adım olacaktır.Item Yeni teşhis edilen hipertansiyonlu çocuklarda elastpq tekniği ile elde edilen böbrek kortikal sertliği anlamlı olarak artar(Uludağ Üniversitesi, 2019) Koç, Ayse Selcan; Cilsal, ErmanGİRİŞ: Bu çalışmada hipertansiyon (HT) olan çocuklarda, elastografi point qantifiation (ElastPQ) incelemesi ile elde edilen böbrek kortikal sertlik (KS) değişiminin değerlendirilmesi ve bu hastalardaki KS ile ilişkili parametrelerin tespit edilmesi amaçlandı. GEREÇ ve YÖNTEM: Çalışmaya 7–16 yaş aralığında okul çağında yeni tanı HT olan 40 çocuk ve 20 sağlıklı kontrol alındı. Rutin anamnez, fizik muayene ve laboratuvar incelemelerine ek olarak böbrek ultrasonografisi (USG) yapıldı. ElastPQ incelemesi ile böbrek KS düzeyi ölçüldü. BULGULAR: HT olan hastalarda; sistolik kan basıncı (SKB), diyastolik kan basıncı (DKB), nabız basıncı (PP), LDL kolesterol ve trigliserid düzeyleri, böbrek kortikal kalınlık ve KS değerleri sağlıklı kontrollere göre belirgin olarak yüksekti (p<0,05 her biri için). Böbrek KS ile tek değişkenli analizde SBP, DBP, PP ve böbrek kortikal kalınlık ile pozitif ve HDL ile negatif olarak ilişkili olduğu bulundu. Lineer regresyon analizinde, bu parametrelerden sadece SKB böbrek KS ile yakın olarak ilişkili olduğu tespit edildi (p<0,001 vs. β=0,395). SONUÇ: Yeni tanı HT olan çocuklarda ElastPQ tekniği ile elde edilen böbrek KS artar. Çalışmamızın sonucuna göre, HT olan çocuklarda hedef organ hasarının erken belirlemesinde böbrek KS bir kullanılabileceği kanısına varıldı. Ancak bu bulgu için ek çalışmaların yapılması gerektiği düşünüldü.Item Çocuklarda epilepsi ve dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu birlikteliğinin özellikleri: Geriye dönük inceleme(Uludağ Üniversitesi, 2019) Şahin, Sevim; Kamaşak, Tülay; Arslan, Elif Acar; Durgut, Betül Diler; Dilber, Beril; Kandil, Sema; Cansu, AliGİRİŞ ve AMAÇ: Çocuklarda, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) epilepsiye sıklıkla eşlik etmektedir. Bu birlikteliğin nedenleri konusundaki görüşler farklıdır. Epilepsiden önce veya sonra gelişen DEHB’de, epilepsi özelliklerinin etkisi çalışılmamıştır. Bu çalışmada, DEHB ve epilepsi birlikteliği gösteren çocukların verileri, bu ilişkiye yönelik ipuçları elde etmek amacıyla incelenmiştir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çocuk Nörolojisi polikliniğine ardışık olarak başvuran, epilepsi ve DEHB birlikteliği gösteren 44 hastanın (33 erkek, 11 kız) verileri geriye dönük olarak incelendi. Çeşitli özelliklere göre ikili alt gruplarda istatistiksel karşılaştırma yapıldı. BULGULAR: DEHB 11 hastada (%25) epilepsi bulguları öncesinde, 33 hastada (%75) ise epilepsi sonrasında tanılanmıştı. Hastaların yaş ortalaması 11,5±2,7, ilk nöbet yaşları 5,2±3, son nöbet yaşı 9,5±2,8, antiepileptik başlama yaşı 6,6±3,4, DEHB tanı yaşı 8,4±2 yıldı. Epilepsi sonrasında DEHB tanılananlarda, antiepileptik tedavinin başlangıç yaşı ve ilk nöbet yaşı daha küçüktü (sırasıyla, p=0,004 ve p=0,002). İki gruptaki cinsiyet dağılımı, epilepsi tipi, DEHB tanı yaşı, elektroensefalografi ve beyin manyetik rezonans görüntüleme bulguları benzerdi. Epilepsi ve DEHB tanıları arasındaki sürenin anlamlı olarak kısa olduğu hastalar; ilk nöbet yaşı >5 ve antiepileptik başlama yaşı >6,5 yaş olanlardı (sırasıyla, p=0,013, p=0,000). Epilepsi ve DEHB tanıları arasındaki süre 1,5 yıldan uzun olanlarda, EEG anormalliği daha sıktı (p=0,044). Son nöbet ve AEİ başlama yaşları; DEHB tanı yaşı ile pozitif korelasyon gösterdi (r=0,389, r=0,434, p<0,05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda, epilepsiden önce veya sonra DEHB tanılanan hastalarda, DEHB tanı yaşı benzer saptandı. Ancak antiepileptik ilaç gereksinimi, erken çocukluk ve okul çağı olmak üzere, iki ayrı döneme yığılma göstermişti. Diğer epilepsi özelliklerinin benzer olması, iki hastalığın birlikteliğinde ortak patogenetik mekanizmaların rol oynayabileceğini düşündürmektedir.Item Günlük klinik rutinde sık kullanılan basit laboratuvar testlerinden (primer) immün yetmezlik hastalığına yaklaşım(Uludağ Üniversitesi, 2019) Özdemir, ÖnerPrimer immnünyetmezlik hastalığı (PİYH) bağışıklık sisteminin değişik unsurlarının doğumsal bozukluklarına bağlı meydana gelen bozukluklardır. PİYH enfeksiyona eğilimle sonuçlanır ve sıklıkla otoimmüniteye ve/veya immünregülasyon bozukluğu yatkınlığa eşlik eder. Üç yüz otuzdan daha fazla PİYH tanımlanmıştır ve bunların 320’den fazlasının moleküler temeli belirlenmiştir. İçlerinde primer antikor eksiklikleri en sık rastlanan gruptur ve yaklaşık PİYH’nin yarısından fazlasında bulunur. Artan oranda geç başlangıçlı vakalar tanınmasına rağmen, PİYH klinik bulguları tipik olarak yaşamın erken döneminde görülmektedir. Hastalar klinikte genellikle tekrarlayan, ciddi enfeksiyonlar veya her ikisiyle beraber ve değişik PİYH ilişkili otoimmünite gelişimiyle karşımıza çıkar. Zamanında teşhis hastanın özel tedavi merkezlerine gönderilmesi ve kök hücre transplantasyonu dahil uygun tedavinin hemen başlaması için kaçınılmazdır. Sonuçta, PİYH’in erken teşhisi optimal bakım ve düzelmiş sürvi (sonuçlar) için esastır. Bu derlemede, en sık görülen PİYH’lerin araştırılması için temel bir yaklaşım, tipik bazı klinik bulgular ve en uygun laboratuar tetkikleri basit tam kan sayımından ileri nesil dizileme gibi genetik testlere kadar, anlatılmaktadır.Item Metisiline dirençli staphylococcus aureus olgularının değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2019) Yeşil, Edanur; Çelebi, Solmaz; Özer, Arife; Hacımustafaoğlu, Mustafa; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilim DalıAMAÇ: Bu çalışma, hastanemiz Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği’nde yatarak izlenen hastalarda metisiline dirençli Staphylococcus aureus (MRSA) enfeksiyonlu olguların incelenmesi ve ayrıca toplum kaynaklı MRSA’ya dikkat çekmek amaçlı yapılmıştır. MATERYAL ve METOD: Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği’nde, Ekim 2012-Şubat 2017 tarihleri içerisinde yatmış olan hastalardan alınan kültürlerde S. aureus anlamlı üremesi olanlar çalışmaya dahil edildi. İstatistiksel analizlerde SPSS 17.0 programı kullanıldı. BULGULAR: Bu dönem içerisinde toplam 31 S. aureus enfeksiyonu saptandı. Staphylococcus aureus enfeksiyonu gelişen olguların 17’si (%54,8) sağlık bakımı ilişkili idi. Sağlık bakımı ilişkili stafilokok enfeksiyonlarının 12’sinde (%70,5) MRSA mevcuttu. Toplum kaynaklı 14 stafilokok enfeksiyonundan 12’sinde (%85,7) MRSA üremesi saptandı. Toplum kaynaklı MRSA enfeksiyonlu olgularının %83’ü (n=10) erkek olup ortalama yaşı 67,6±77,8 ay (medyan 26, aralık 1-204) idi. Sağlık bakımı ilişkili MRSA (SB-MRSA) enfeksiyonlu olguların %67’si (n=8) erkek olup ortalama yaşı 106,7±81,3 ay (medyan 108, aralık 0-222) idi. Toplum kaynaklı MRSA üreyen olgularda ön planda yumuşak doku enfeksiyonu tanısı mevcuttu. Sağlık bakımı ilişkili MRSA olgularında sık görülen etyolojik sebep bakteriyemi idi. Yumuşak doku enfeksiyonlarının %69'u TK-MRSA iken, diğer enfeksiyonların % 73'ü SB-MRSA'dan kaynaklanmaktadır (p=0,041). Olgularda MRSA ilişkili mortalite saptanmamıştır. SONUÇ: Çalışmamızda toplum kaynaklı stafilokok enfeksiyonlarında MRSA (%85,7) oranı yüksek bulunmuştur. Toplum kökenli MRSA, çoğu durumda yumuşak doku enfeksiyonları ve ardından septisemi ile saptanmıştır. Bakteriyemi, sağlık bakımından edinilen MRSA olgularının başlıca nedeni olmuştur.Item Kanser tedavisi alan çocuklarda bulantı-kusmaya yönelik semptom yönetimi: Kanıt temelli uygulamalar(Uludağ Üniversitesi, 2019) Gürcan, Meltem; Turan, Sevcan AtayKemoterapiye bağlı oluşan bulantı-kusma kanser tedavisi alan çocuklarda en yaygın görülen ve multidisipliner yaklaşım gerektiren semptomlar arasındadır. Son yıllarda antiemetik tedavi protokolleriyle ilgili gelişmelere rağmen, bulantı-kusmayla baş etme güçlükleri günümüzde hala devam etmektedir. Kontrol altına alınamayan bulantı-kusma deneyimleyen çocuklar, tedavi sürecinde uzama, yaşam kalitesinde azalma, sıvı-elektrolit dengesizliği, yetersiz beslenme ve tedaviye uyumda azalma gibi birçok sorun yaşamaktadır. Bu derlemede, çocuklarda bulantı-kusmaya yönelik kanıta dayalı, güncel ve güvenilir bilgilerin hemşireler için rehber niteliği taşıması amaçlanmıştır. Bulantıkusmayı azaltmak için farmakolojik yöntemlerin yanında integratif sağlık yaklaşımları da tercih edilmektedir. Hemşireler bulantı-kusmanın optimal düzeyde yönetilmesini sağlamak için yeterli bilgiye ve donanıma sahip olmalıdır. Bu doğrultuda, kanıta dayalı tedavileri uygulama ve integratif yöntemlerle ilgili rehberlik/danışmanlık yapmalı ve eğitim vermelidir. Bunun yanında, uygulama rehberlerini takip ederek, değişen bilgiler doğrultusunda klinik uygulamalarını güncelleştirmelidir. Kemoterapi protokollerine uygun standart, güncel antiemetik tedavilerin uygulanması çocukların yaşadığı bulantı-kusma semptomunun önlenmesini/azaltılmasını sağlayarak çocuk ve ebeveynlerin yaşam kalitesini arttıracaktır. Bu derlemede, bulantı-kusma yönetiminde uygulanan değerlendirme araçları ve standart tedavi yöntemlerinin yetersiz olduğu belirlenmiştir. Bu nedenle, bulantı-kusmanın etkin yönetilmesi için hem farmakolojik hem integratif yöntemlerle ilgili daha fazla deneysel ve kanıta dayalı çalışmaların yapılması önerilmektedir.Item Kronik periton diyalizi uygulanan çocuklarda peritonitlerin değerlendirilmesi; tek merkez deneyimi(Uludağ Üniversitesi, 2019) Uysal, Berfin; Dönmez, Osman; Akacı, Okan; Çelenk, Mercan; Tıp Fakültesi; Çocuk Nefroloji Bilim DalıGİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, periton diyaliz ünitemizdeki peritonit ataklarının etyolojisi, klinik bulgusu, tedavisi, görülme sıklığı ve mikrobiyolojik profili incelenmiştir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2004 – Aralık 2011 tarihleri arasında merkezimizde, kronik periton diyalizi ile izlenen, peritonit atağı geçirmiş olan 55 hastayı retrospektif olarak incelendi. BULGULAR: Hastalarımızda toplam 157 atak saptandı. Peritonit atak sıklığı incelendiğinde; 23,9 hasta ayında 1 atak olarak saptandı. SAPD uygulanan hastalarda atak sıklığı 26,8 hasta ayında 1 iken, APD uygulanan hastalarda 20,1 hasta ayında 1 olarak saptandı. Atakların %30,5‘inde (n=48) üreme saptanmadı,%42,6‘sında (n=67) gram pozitif üreme, %19,7‘sinde (n=31) gram negatif üreme, % 3,8 ‘inde (n=6) polimikrobial gram pozitif üreme, %0,6 ‘sında (n=1) polimikrobial gram negatif üreme, % 0,6 ‘sında ( n=1) polimikrobial kombine üreme ve % 1,9 ‘unda (n=3) diğer grup üremeler saptandı. Swanneck çift cuff periton diyaliz katateri takılı olan 42 hastada ortalama peritonit atak sayısı 3 ± 2,34 iken, tenckhoff çift cuff periton diyaliz katateri takılı olan 13 hastanın ortalama peritonit atak sayısı 2,38 ± 1,60 olarak saptandı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda, hasta yaşının, cinsiyetinin, diyalize başlama yaşının, periton diyaliz tipinin, katater tipinin, katater takılma şeklinin peritonit atak sayısını etkilemediğini gördük. Bu tespit peritonit atak sıklığını azaltmada uygulayıcı ebeveyn eğitimini sorgulamanın önemine işaret edebilir.