2024 Cilt 50 Sayı 2
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/48919
Browse
Browsing by Language "tr"
Now showing 1 - 20 of 24
- Results Per Page
- Sort Options
Publication 0-24 Aylık bebeği olan annelerin emzirme tutumları ve obezite ön yargısı ile ilişkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-23) Uncular, Gülser; Borlu, Arda; YokBu çalışmada 0-24 aylık bebeği olan annelerin emzirme tutumlarının; Beden Kitle İndeksi (BKİ) değerleri, ağırlık durumları hakkında kendi düşünceleri ve obezite ön yargılarıyla ilişkisini değerlendirmek amaçlanmıştır. Kesitsel, tanımlayıcı tipteki çalışma 0-24 aylık bebeği olan 506 anne ile anket formu aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Çalışmada annelerin tanımlayıcı özellikleri, BKİ değerleri, Emzirme Tutum Değerlendirme Ölçeği (ETDÖ) ve GAMS-27 Obezite Ön Yargı Ölçeği (OÖÖ) kullanılmıştır. Çalışmadan elde edilen veriler IBM SPSS 24.0 istatistik programı ile değerlendirilmiştir. İstatistik testlerde anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edilmiştir. Verilerin değerlendirilmesinde ANOVA testi, post hoc analizlerde Tukey testi, yapılmıştır. Ölçekler arasındaki puanlar arasındaki ilişki için Spearman korelasyon analizi uygulanmıştır. Annelerin ETDÖ ortalama puanı 106,5 ± 12,6 olarak tespit edilmiştir. Gebelik öncesi ağırlık durumlarında kendilerini normal olarak değerlendiren annelerin ETDÖ puan ortalamalarının daha yüksek olduğu saptanmıştır. Annelerin çoğunun (%91,7) obeziteye karşı bakışları ön yargılı veya ön yargılıya eğilimlidir. Çocuğunun ağırlık durumunu normal olarak değerlendiren annelerin ETDÖ puanları, normalden az olarak değerlendiren annelere göre olarak anlamlı bir şekilde daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Annelerin emzirme tutumları ortalama düzeyde bulunmuştur. ETDÖ ile OÖÖ puanları arasında anlamlı fark bulunmamıştır. Ancak annelerin büyük çoğunluğunun şişman olmayı kozmetik bir problem olduğunu ifade etmeleri ve OÖÖ göre ön yargıya eğilimli ve ön yargılı olarak değerlendirilmeleri dikkate alınarak, obeziteye karşı kalıp yargıların oluşmaya başladığı öngörülmektedir. Bu nedenle, annelerin obezite ön yargısına karşı farkındalığının artırılması ve emzirme sürecinde desteklenmesi önemlidir.Publication Acil servise başvuran COVİD-19 pozitif olan Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları ile mültecilerin karşılaştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-13) Erbil, Adem Samet; İşler, Yeşim; Kaya, Halil; Yüksel, Melih; Ay, Mehmet Oğuzhan; Ayan, İsmail; YokAcil servise başvuran koronavirüs hastalığı (Covid-19) pozitif tespit edilen Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) vatandaşları ile mültecilerin sosyo-ekonomik durumu, özgeçmiş, klinik seyir, tedavi ve sonuçlarının karşılaştırılması ve bulduğumuz veriler ışığında alınabilecek yeni kararlarla olası yeni pandemilerde sağlık hizmetlerine yol göstermeyi amaçladık. Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servisine başvuran hastaların 3 aylık süredeki retrospektif verilerine hasta dosyaları ve hastane bilgi yönetim sistemi üzerinden ulaşılmıştır. Hastaların yaş, cinsiyet, acil servise başvuru tarihi, ek hastalık varlığı, favipiravir, asetilsalisilik asit (ASA), heparin, antibiyotik, steroid, hidroksiklorokin kullanımları, acil servis başvuru fatura değerleri ve laboratuvar (nötrofil, lenfosit, ferritin, platelet, D-dimer, fibrinojen, C-reaktif protein (CRP)) bulguları, acil servisten sonlanışları ve ilk 6 ay içindeki mortaliteleri karşılaştırılmıştır. Çalışmaya 4733 hasta dahil edildi. Bu hastaların %78,7’si T.C. vatandaşıydı. Hastaların %54,3’ü erkek ve %12,9’u da hipertansif olarak saptandı. Acil servis sonlanımı sonrası % 76,5’i ev karantinası önerilerek taburcu edildi. Hastaların cinsiyet, ek hastalıklar ile uyrukları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptandı. Yaş ve fibrinojen değerleri yabancı uyruklularda anlamlı olarak düşük iken (p<0,001), fatura miktarı ve ferritin düzeylerinin ise T.C. vatandaşlarında anlamlı derecede düşük olduğu görüldü (p<0,001). Hastaların klinik sonlanım, yatış ve taburculukları arasında anlamlı fark tespit edilmemiştir. Yabancı uyruklu hastalarda kronik hastalıklar daha az iken çoklu ilaç tedavisi ile takip edildikleri görülmektedir. Mevcut dil bariyerinin ise hekimleri polifarmasiye yöneltmiş olabileceğini düşünmekteyiz.Publication Acil serviste Covid-19 salgını öncesi ve Covid-19 salgını döneminde akut koroner sendrom tanısı alan hastaların epidemiyolojik incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-26) Aydoğan, Ayşe Armağan; Aydoğan, Göksel; Aydın, Şule Akköse; Durak, Vahide Aslıhan; AYDOĞAN, GÖKSEL; AYDIN, ŞULE; DURAK, VAHİDE ASLIHANKardiyovasküler hastalıklar; yetişkinlerde mortalite ve morbiditenin başlıca nedeni olup Türkiye'deki tüm ölümlerin ise yaklaşık yarısı kardiyovasküler hastalıklardan kaynaklanmaktadır. Çalışmamız kapsamında, Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Servisi'ne COVID-19 salgını öncesi ve sonrası 1 yıllık süreçte başvuran ve akut koroner sendrom tanısıyla değerlendirilen hastaların epidemiyolojik olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Acil servise, COVID-19 pandemisi öncesi 01.04.2019-31.03.2020 ve pandemi sonrası 01.04.2020-31.03.2021 tarihleri arasında başvurarak akut koroner sendrom tanısı konulan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelenmiş olup hastaların yaş, cinsiyet, laboratuvar değerleri (tam kan sayımı, troponin, kreatinin kinaz, D-dimer, üre, kreatin, kreatinin kinaz izoenzim-MB), başvuru anındaki COVID-19 PCR, eşlik eden hastalıklar, başvuru şikayeti ve EKG bulguları kaydedilmiştir. Hastaların %72,7’sinin erkek cinsiyette olduğu; %31,8’inin sigara içtiği, %2,6’sının morbid obez olduğu görülmüştür. Hastaların yaş dağılımında, COVID-19 öncesi ve sonrası grup karşılaştırılmasında istatistiksel fark belirlenmiştir Akut koroner sendrom tanısı konulan hastaların %84,4 oranında tipik göğüs ağrısı şikayeti ile hastaneye başvurdukları görülmüş olup COVID-19 sonrası hastalarda; NSTEMI tanıları artarken, STEMI ve USAP tanıları ise azalma saptanmıştır. Hasta sonlanımı olarak bakıldığında ise COVID-19 sonrası hastalarda sevk oranı azalmış ancak ölüm oranının ise arttığı görülmüştür. COVID-19 enfeksiyonları akut koroner sendrom, miyokard enfeksiyonu, kalp yetersizliği ve aritmiler de dahil birçok klinik sonuçla beraber kardiyak oksijen sunum yetersizliği, artmış koagülabilite, enflamasyon, sitokin fırtınasına bağlı olarak kardiyak hasara sebep olmaktadır. Çalışmamızdan elde edilen verilerin ulusal ve uluslararası literatüre katkı sağlamakta olduğunu ve olası risk faktörlerinin belirlenmesi ile acil hekimlerine yol gösterici olacağı düşünülmektedir.Publication Adölesanlarda işitsel işleme becerileri ile akademik başarı arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-25) Gökay, Nuriye Yıldırım; Kamışlı, Gurbet İpek Şahin; YokGünlük yaşamda özellikle okul ortamları olmak üzere gürültülü, sessiz, çok ses kaynaklı gibi farklı dinleme koşulları ile karşı karşıya kalmaktayız. Bu çalışma 13-18 yaşları arasındaki adölesanların; dikotik dinleme ve gürültüde konuşmayı ayırt etme becerilerinin, akademik performansları ile ilişkili olup olmadığını araştırmaktadır. Çalışmaya toplamda 74 gönüllü katılmış olup, gürültüde konuşmayı anlama şikâyetlerinin olup olmamasına göre iki gruba ayrılmışlardır. Gönüllülerin dikotik işitsel işlemleme becerileri “Dikotik Cümle Testi” ile, gürültüde konuşmayı ayırt etme becerileri ise “İşitsel Figür Zemin Testi” ile değerlendirilmiştir. Adölesanların güncel not ortalamaları ve “Akademik Başarıyı Etkileyen Riskleri Tarama Ölçeği” skorları, akademik başarılarını değerlendirmede kullanılmıştır. Bulguların analizinde SPPS v.24 programı kullanılmıştır ve tip 1 hata düzeyi 0,05 olarak saptanmıştır. Sonuçta gürültüde konuşmayı anlama şikâyeti olan bireylerle, olmayan bireyler arasında; kişisel kulaklık günlük kullanım süreleri, not ortalaması, işitsel işlemleme test skorları ve akademik başarı ölçeği skorlarında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar saptanmıştır (p < 0,05). Akademik başarı ölçeği skorları ile işitsel işlemleme skorları arasında orta ve güçlü düzeylerde anlamlı korelasyonlar (p < 0,05 ve r = 0,631, r = 0,571, r = 0,566, r = 0,495) elde edilmiştir. Gürültü varlığı, yüksek sesle uzun süre kişisel kulaklık kullanımı, zayıf işitsel işlemleme becerileri adölesanların akademik başarısını olumsuz etkileyebilmektedir. Mevcut çalışma bu konuda uzmanlara yol gösterici olmayı, adölesanlarda işitme sağlığı açısından farkındalık yaratmayı öngörmektedir.Publication Bağışıklığı baskılanmış hastalarda gelişen pnömonide prognozun ve etiyolojik ajanların değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-13) Öztürk, Nilüfer Aylin Acet; Güçlü, Özge Aydın; Terzi, Orkun Eray; Demirdöğen, Ezgi; Dilektaşlı, Aslı Görek; Kazak, Esra; Ursavaş, Ahmet; Karadağ, Mehmet; ACET ÖZTÜRK, NİLÜFER AYLİN; AYDIN GÜÇLÜ, ÖZGE; TERZİ, ORKUN ERAY; DEMİRDÖĞEN, EZGİ; GÖREK DİLEKTAŞLI, ASLI; KAZAK, ESRA; URSAVAŞ, AHMET; KARADAĞ, MEHMETBağışıklığı baskılanmış hastaların sayısı uygulanan tedavilerinde izlenen gelişimler sonucunda artış göstermekte ve bu olgularda akciğer komplikasyonları önemli morbidite ve mortalite ile sonuçlanmaktadır. Çalışmamızda birincil amacımız COVID-19 pandemisi öncesinde kliniğimizde takip edilen bağışıklığı baskılanmış hastalarda gelişen pnömoni olgularının klinik özellikleri ve prognozla ilişkili faktörlerin değerlendirilmesidir. 1 Ocak 2019 – 31 Aralık 2019 tarihleri arasında pnömoni tanısı ile tetkikleri veya tedavisi düzenlenen immunsuprese olgular retrospektif olarak taranarak çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen 104 hastanın ortanca yaşı 59,0 ve %56,7’si erkekti. Hastane-içi mortalite oranı %27,8 ve mortalite ile seyreden grupta kan prokalsitonin düzeyi daha yüksek ve solunum yetmezliği daha sıktı. Çok değişkenli analizlerde ise mortalite ile fungal enfeksiyon belirteçleri yakın ilişkiliydi. Solunum yolu örneklerinde en sık üreyen bakteriyel patojenler sırasıyla; Klebsiella spp, P. aeruginosa ve Acinetobacter spp. idi. Solunum yolu örneklerinde genişletilmiş beta laktamaz direnci %33,3 olarak izlenirken karbepenem direnci %39,3 ve kinolon direnci %38,8 sıklıkla saptandı. Güncel literatür ile karşılaştırıldığında çalışmamızda izlenen mortalite oranı diğer çalışmalar ile benzerlik gösterirken saptanan patojen bakterilerin dağılımı oldukça farklılık göstermektedir. Bu farklılıklar çalışma tasarımlarının farklılığının yanı sıra farklı bölgelerde immunsuprese olguların dağılımının farkından, antibiyotik kullanım politikalarının farklılığından kaynaklanabilmektedir. Çalışmamızın sonuçları bağışıklığı baskılanmış bireylerde toplum kökenli pnömoni ampirik tedavisinin düzenlenmesinde yol gösterici olabilir.Publication Benign endikasyonlarla histerektomi uygulanan hastalarda okült malignensi prevalansı: 3. basamak bir hastanede 5 yıllık deneyim(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-05-23) Gümüşburun, Neşet; Üskent, Ulya; YokHisterektomi, tüm dünyada sezaryen sonrası en sık uygulanan jinekolojik cerrahi prosedürdür. Histerektomi için en yaygın endikasyon myoma uteri'dir ancak nihai patoloji sonuçlarında okült maligniteler bulunabilir. Bu makalede, benign endikasyonla histerektomi yapılan hastaların patoloji sonuçlarını analiz etmeyi, histerektomi spesimenlerinde okült malignite saptanan hastaları gözden geçirmeyi ve preoperatif değerlendirmede dikkat edilmesi gereken konuları literatür ışığında tartışmayı amaçladık. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı'nda 2017 - 2021 yılları arasında histerektomi yapılan 593 hastanın verileri toplandı. Preoperatif malignite ve postpartum histerektomi dışlama kriterleriydi. Histerektomi endikasyonları ve okült malignite prevalansları incelendi. Uterin myom en sık(%40) histerektomi endikasyonuydu. Okült malignite 593 hastanın 7'sinde(%1,2) tespit edildi. Okült malignitesi olan 7 hastanın 3'ünde sarkom, 1'inde servikal, 2'sinde over ve 1'inde tubal kanser vardı. Leiomyom ve anormal uterin kanama nedeniyle histerektomi yapılan hastaların preoperatif endometriyal biyopsileri normaldi. Hiçbir hastada endometriyal kansere rastlanmadı. Uterin sarkom ve over kanseri için preoperatif tarama kılavuzları olmamasına rağmen, çalışmamız özellikle yaşlı hastalarda benign endikasyonlarda dahil olmak üzere dikkatli preoperatif değerlendirme yapılması gerektiğini vurguladı.Publication Beyin tümörlerinin sodyum floresan kılavuzluğunda rezeksiyonu: 237 hastadan oluşan bir serinin retrospektif analizi ve histopatolojik tanıya göre yararlılığının değerlendirilmesi(2024-05-13) Türkan, Alper; Bekar, Ahmet; BEKAR, AHMETBeyin tümörlü hastaların tedavisinde cerrahi rezeksiyon en önemli prognostik faktörlerden biridir. Sodyum floresan (NaFl), beyin tümörlerinde introperatif görselleştirme için kullanılan floresan bir maddedir. Özel filtre (FL 560 nm) ile donatılmış mikroskop ışığının altında tümöral dokuda yeşil floresan renk oluşmasını sağlar. Bununla birlikte intrakranial yerleşimli her tümörde aynı oranda floresan yoğunluğu sağlayamaz. Bu çalışmada farklı histopatolojik tanılardaki beyin tümörlerinin cerrahisinde NaFl’nin floresan etkisini ve güvenliğini araştırmak amaçlanmıştır.2020-2023 yılları arasında beyin tümörü nedeniyle NaFl rehberliğinde opere edilen toplam 237 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, preoperatif ve postoperatif nörolojik muayenesi, tümör rezeksiyon derecesi, histopatolojik tanısı ve intraoperatif NaFl ile boyanma derecesi analiz edildi. Histopatolojik olarak 73 (%30.8) metastatik tümör, 68 (%28.7) glioblastoma multiforme, 41 (%17.3) menengioma, 21 (%8.9) anaplastik astrositoma, 10 (%4.2) oligodendroglioma, 6 (%2.5) pilositik astrositoma, 6 (%2.5) epidermoid tümör, 5 (%2.1) schwannoma, 3 (%1.3) lenfoma, 2 (%0.8) disembriyoplastik nöroektodermal tümör ve 2 (%0.8) ependimoma tanılı hasta mevcuttu. İntraoperatif olarak 211 (%89) hastada NaFl ile boyanma izlendi. Glioblastoma multiforme ve menengiomaların tamamında, metastatik tümörlerin %90.4’ünde NaFl boyanması gözlendi. Oligodendrogliomaların ve epidermoid tümörlerin hiçbirisinde boyanma saptanmadı (p<0.001). NaFL kullanımı, özellikle yüksek dereceli glial tümörlerde ve metastatik lezyonlarda intraoperatif olarak tümör sınırlarının belirlenmesine etkilidir. Bununla birlikte tümör histopatolojisine, uygulama dozu ve zamanına göre kullanımında sınırlamalar mevcuttur.Publication Çocuklarda cinsel istismar ile karıştırılabilecek anogenital bulgular(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-10) Atılgan, Mehmet; Kılınç, Okan; Toksoy, İrem Tuğçe; Tatar, Tansu Bensu; YokÇocuğun cinsel istismarının tanı ve tedavisinde etik, ahlaki ve kanuni açıdan sorumlulukları olan hekimlerin, cinsel istismarın bulgu ve semptomlarını iyi bilmeleri gerekmektedir. Anatomik varyasyonlar ve fizyolojik durumlar, hiperpigmentasyon oluşturabilen durumlar, dermatitler, cinsel istismar dışı travmalar, travma veya cinsel temas dışı nedenlerle oluşan durumlar (labial adezyon, anal fissürler, kabızlık, anal dilatasyon, üretral prolapsus, liken sklerozus, hematolojik/otoimmün hastalıklar, rektal prolapsus), anogenital bölge neoplazileri ve enfeksiyonların bazılarında görülebilen anogenital bulgular (eritem, ekimoz, sıyrık, purpura-peteşi, laserasyon vb.), çocuğun cinsel istismarıyla karışabilecek niteliktedir. Cinsel istismarda görülebilen bulgular spesifik olmadığından, benzer şekilde bulgu veren tıbbi durumların; güvenilir ve detaylı anamnez, ayrıntılı ve tam fizik muayene, özgeçmiş ve soygeçmiş sorgulama, temel ve ileri laboratuvar tetkikleri ile gerekli konsültasyon/sevkler ile ayırıcı tanısının yapılması, hem asılsız cinsel istismar iddialarının önüne geçilmesi hem de cinsel istismarın atlanmaması ve aydınlatılması açısından oldukça önemlidir. Bu makalede, ulusal ve uluslararası literatür gözden geçirilerek, çocuğun cinsel istismarıyla benzer bulgu verebilen normal ve patolojik durumların değerlendirilmesi, ayırıcı tanıda dikkat edilmesi gereken hususların vurgulanması ile konu hakkındaki bilgi düzeyinin artırılması hedeflenmiştir.Publication COVID-19 pandemi sürecinde serebrovasküler hastalık tanısı ile acil servise başvuran hastaların analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-20) Uslusoy, Duygu Karakaş; Durak, Vahide Aslıhan; Ulusoy, İbrahim; Aydoğan, Göksel; Çıraklılar, Halil İbrahim; DURAK, VAHİDE ASLIHAN; AYDOĞAN, GÖKSEL; Çıraklılar, Halil İbrahimSerebrovasküler hastalık günümüzde yetişkinlerde yaygın ciddi nörolojik durumlardan birisi olmaya devam etmektedir. Akut serebrovasküler hastalık, ister iskemik ister hemorajik olsun, zamana duyarlı ve dinamik seyirli olması nedeniyle hızlı tanı ve tedavi gerektirmektedir. Akut iskemik inme hastalarının prognozunu iyileştirmek için acil servislerde kardiyovasküler ve metabolik stabilizasyon, acil tromboliz, antikoagülan ve antiagregan tedaviler veya mekanik trombektomi gibi uygun tedavi yöntemleri başlanmalıdır. Bu çalışmada COVID-19 pandemi sürecinin acil servise serebrovasküler hastalık tanısıyla başvuran hastalara etkilerinin retrospektif olarak incelenmesi amaçlanmıştır. Acil servise başvuran toplam 543 hasta retrospektif kesitsel olarak incelenerek, pandemi öncesi dönemde (1 Nisan 2019- 1 Mart 2020) başvuran 352 hasta ve pandemi dönemi (1 Nisan 2020- 1 Mart 2021) başvuran 191 hasta çalışmaya dahil edilmiştir.Pandemi öncesi ve sonrası dönemde acile gelen hastaların şikâyet dağılımları karşılaştırıldığında senkop (p=0,024) ve genel durum bozukluğu (p=0,030) şikayetleri açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunurken diğer şikayetler açısından anlamlı farklılık bulunmamıştır. Acile senkop şikâyeti ile gelen hastaların pandemi sonrasında (%12,5) öncesi döneme (%6,82) göre daha yüksek olduğu görülmüştür. Pandemi öncesi dönemdeki hemorajik SVH öykü oranı %2,8 ile pandemi sonrası döneme göre (%0) daha yüksek bulunurken SVH öyküsü olmayanların oranı (%84,3) pandemi sonrası dönemde daha yüksek bulunmuştur. COVID-19 pandemisi retrospektif çalışmaların ve vaka sunumlarının literatüre katkısını bir kez daha göstermiştir. Bu çalışmanın örneklerinin artmasıyla birlikte elde edilen veriler daha da güçlenecek, dünya genelinde fazla sayıda ve her yaş grubundan insanı etkileyen COVID-19 hastalığının serebrovasküler hastalık için bir risk faktörü olup olmadığına ışık tutacaktır.Publication Crush sendromu ilişkili enfeksiyonlar: 2023 Türkiye depremi sonrasında bir Üniversite Hastanesinde görülen yara enfeksiyonlarının retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-09) Koçer, İpek; Demirbakan, Hadiye; Arı, Demet; Büdeyri, Aydın; YokDepremzedelerde meydana gelen Crush sendromu sonrasında enfeksiyon morbidite ve mortaliteyi etkileyen komplikasyonlardan biridir. Çalışmamızın amacı, deprem sonrası travma ilişkili yaralanma ile hastanemize başvuran depremzedelerin yara kültürlerinde mikroorganizmaların sıklığını ve antibiyotik duyarlılık paternini belirlemektir. Yara kültürleri için yara yerlerinden alınan sürüntü ve doku örneklerinden izole edilen bakterilerin tanımlanma ve antibiyotik duyarlılıkları BD Phoenix (Becton Dickinson, ABD) ile yapıldı. Yara kültürlerinin değerlendirilmesinde Q skorlaması kullanıldı. Hastanemize deprem ilişkili yaralanma şikayetiyle toplam 552 hasta başvurdu. Bunlardan 186’sının yatışı yapıldı. Depremzede 14 hastanın (11 kadın, 3 erkek) yaş ortalaması 36,5 (2-83), ortalama enkazda kalma süresi 23,5 saatti (8-120 saat). Hastaların 12’sine fasyotomi uygulanırken, 4’ünün çeşitli uzuvlarına ampütasyon yapılmıştır. Üremesi olan 24 kültürden toplam 30 mikroorganizma izole edilirken; 6 kültürde üreme olmadı. Yara enfeksiyonların %30’u polimikrobiyal olup ilk sırada Gram negatif etkenler ikinci sırada ise Gram pozitif etkenlerin ürediği saptanmıştır. En sık görülen etken Acinetobacter baumanii %56,7 (n:17) iken; diğerleri Pseudomonas aureginosa %10 (n:3), Enterobacter cloace %10 (n:3), Enterococcus faecium %10 (n:3), Klebsiella pneumoniae %6,7 (n:2) Escherchia coli %6,7 (n:2) olarak saptanmıştır. Acinetobacter baumanii, Pseudomonas aureginosa ve Klebsiella pneumoniae izolatlarında çoklu antibiyotik direnci olduğu izlenmiş olup hastane bakımı ilişkili enfeksiyon olduğu düşünülmüştür. Genellikle doğal afetlerden sonra çoklu ilaca dirençli mikroorganizmalar rapor edilmektedir. Crush sendromu hastane enfeksiyonlar için risk oluştururken, erken ve uygun profilaktik antibiyotik tedavisi hastaların prognozunda önem taşımaktadır.Publication Dermatomiyozit ve polimiyozit tanılarıyla izlediğimiz hastaların klinik özellikleri ve tedavi yönetimi: tek merkez deneyimi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-20) Kutlu, Nagehan Dik; Güdücü, Hakan; Coşkun, Belkıs Nihan; Yağız, Burcu; Dalkılıç, Hüseyin Ediz; Pehlivan, Yavuz; DİK KUTLU, NAGEHAN; GÜDÜCÜ, HAKAN; COŞKUN, BELKIS NİHAN; YAĞIZ, BURCU; DALKILIÇ, HÜSEYİN EDİZ; PEHLİVAN, YAVUZDermatomiyozit (DM) ve polimiyozit (PM) çizgili kas enflamasyonunun yanısıra diğer otoimmün hastalıklar veya malignitenin eşlik edebildiği sistemik hastalıklardır. Biz de merkezimizde takipli DM ve PM tanılı hastaların demografik özelliklerini, organ tutulumlarını, klinik seyirlerini incelemeyi amaçladık. Ocak 1990-Aralık 2022 arasında merkezimizde takipli Bohan ve Peter kriterlerini karşılayan 69 DM ve PM tanılı hastanın kayıtları retrospektif olarak incelendi. DM tanılı hastaların %85’i, PM tanılı hastaların %70’i kadındı. Ortalama başvuru yaşı DM tanılı hastalarda 41,5 ± 13,5, PM tanılı hastalardaysa 48,2 ± 13,8 idi. Gottron papülleri görülen en sık cilt bulgusuydu. Bazı hastalarda akciğer tutulumu ve disfaji gözlenmişken kardiyak tutulum hiçbir hastada görülmemişti. DM hastalarında daha yüksek oranda (%73,9) anti nükleer antikor (ANA) pozitifliği mevcuttu (p<0,01) ve anti Jo-1 antikoru İAH ile ilişkiliydi (p<0,01). Hastaların %13’ünde maligniteyle ilişkili miyopati görülmüştü. Tek ve çok değişkenli Cox regresyon analizinde tanı yaşı, takip süresi ve malignite mortaliteyle ilişkili bulundu. Hastalarımızın hastalık seyrinin diğer çalışmalarla birçok benzerlik yanında çarpıcı farklılıklar da göstermektedir. Bu durum genetik ve çevresel faktörlere ve tarama şartlarına bağlı olabilir. DM/PM prognozunun bu olası faktörlerle ilişkisini ortaya koymak ve mevcut sonuçları doğrulamak için çok merkezli prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.Publication Diyabetin Uterus dokusu üzerinde Morfolojik etkilerinin ve Mucin-1 Ekspresyonunun değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2024-07-01) Kutlu, Berna Özdenoğlu; Saraydın, Serpil Ünver; Delibaş, Özlem; YokDiyabet günümüz dünyasında en önemli sağlık sorunlarından birisi olarak kabul edilmektedir. Diyabette serbest radikallerin ortaya çıkması oksidatif strese neden olur. Çalışmamızda, ratlar üzerinde streptozotosin (STZ) ile deneysel diyabet modeli oluşturulması sonrasında, diyabetin, hayvanların uterus dokusu üzerinde herhangi bir etkisinin olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmada ağırlıkları yaklaşık 250-300 gram ağırlığında 8-10 haftalık Wistar Albino cinsi erişkin dişi rat kullanıldı. Kontrol ve diyabet olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hayvanlar östrus siklusuna göre; östrüs dönemleri belirlenerek bu dönemde uterus dokuları alındı. Sıçanlara 60 mg/kg derişimlerde hazırlanan STZ, intraperitonal (IP) yoldan enjekte edildi. STZ verildikten iki gün sonra kuyruk veninden kan glukoz seviyesine bakıldı. Değeri 200-300 mg/dL’den büyük olan sıçanlar diyabet kabul edildi. 30 gün sonra uterus dokuları çıkarıldı. Doku örneklerinden 3 μm kalınlığında kesitler alındı. Alınan uterus dokusunda, morfoloji için (H&E), kollajen lifleri gösterebilmek için ise Picro-sirius red boyama yöntemleri kullanıldı. İmmünfloresan boyama için ise Mucin-1 (MUC1) antikoru kullanıldı. Diyabet grubunda yer alan uterus dokusunun endometrium bölgesindeki histopatolojik ve morfometrik değişiklikler izlendi. Yapılan çalışmada, diyabetin uterus endometrium kollajen lif yoğunluğunu azalttığı ve bezler üzerinde de olumsuz etkilerinin olduğu belirlendi. Sonuç olarak diyabetin doku bozulmasına yol açabileceği ve bez yapıları üzerinde olumsuz etkilerinin olabileceği düşünülebilir.Publication Doğu Karadeniz Bölgesi’nde sık tüketilen brassica oleracea var. Acephala (karalahana) bitkisi ve kırmızı et tüketiminin mide ve kan parametreleri üzerine etkiler(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-10-01) Aydın, Hüseyin Emre; Aydın, Muhammed; Aydın, Özge; Dülger, Ahmet Cumhur; Yok"En sağlıklı yiyecekler" veya "süper gıdalar" listelerindeki sebzeler arasında yer alan Brassica Oleracea var. acephala (Karalahana) bitkisi, özellikle Karadeniz Bölgesi’nde sıklıkla tüketilmektedir. Bu çalışmada Doğu Karadeniz Bölgesi’nde gastroskopi ile değerlendirilmiş olan hastalarda karalahana ve kırmızı et tüketiminin mide histopatolojisi ve kan laboratuvar parametreleri üzerine olan etkisinin saptanması amaçlandı. Bu kesitsel araştırma 1 Mart 2022 – 30 Nisan 2022 tarihleri arasında Giresun Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Gastroenteroloji Polikliniği’ne başvuran gastroskopi yapılmış ve mide biyopsisi alınmış olguların sonuçlarının retrospektif olarak değerlendirilmesi ile gerçekleştirilmiştir. Hastalar telefonla aranarak aylık karalahana ve kırmızı et tüketim sıklıkları sorulmuştur. Olguların % 60,1’i kadındı ve ortalama yaş 55,44 ± 14,34’tü. Hastaların bir ayda, karalahana tükettiği gün sayısı medyan 4 [0 - 30] gün, kırmızı et tükettiği gün sayısı ise medyan 2 [0 - 20] gündü. Erkek hastaların gastrik biyopsilerinde Helicobacter pylori (H. pylori) pozitifliği kadınlara göre anlamlı derecede fazlaydı (sırasıyla % 50,8 ve % 32,7; p = 0,021). Karalahana ve kırmızı et tüketimi ile hastaların gastrik biyopsilerinde H. pylori, intestinal metaplazi ve atrofi varlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı. Hastaların yaşı arttıkça kırmızı et tüketimlerinin anlamlı derecede azaldığı belirlendi (p=0,014). Hastaların aylık kırmızı et tüketimi arttıkça serum kalsiyum düzeyinin de anlamlı derecede arttığı belirlendi (p=0,025). Sonuç olarak karalahana ve kırmızı et tüketim sıklığı ile mide biyopsisinde H. pylori pozitifliği, atrofi ve intestinal metaplazi saptanma sıklığı arasında anlamlı bir ilişki bulunmazken, bu konuda yapılacak daha kapsamlı ve prospektif çalışmalarla daha net sonuçlar ortaya konulabilir.Publication Fiberoptik bronkoskopi işlemi uygulanan hastalarda preoperatif anksiyete düzeyini etkileyen etmenler(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-20) Güçlü, Özge Aydın; Öztürk, Nilüfer Aylin Acet; Demirdöğen, Ezgi; Süleymanova, Samira; Dilektaşlı, Aslı Görek; Ursavaş, Ahmet; Kuşku, Çiğdem; Karadağ, Mehmet; AYDIN GÜÇLÜ, ÖZGE; ACET ÖZTÜRK, NİLÜFER AYLİN; DEMİRDÖĞEN, EZGİ; SULEYMANOVA, Samıra; GÖREK DİLEKTAŞLI, ASLI; URSAVAŞ, AHMET; Kuşku, Çiğdem; KARADAĞ, MEHMETPreoperatif anksiyete, kişinin hastalık, hastanede yatma, anestezi veya cerrahi gibi durumlarla karşı karşıya kalacağına dair bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir endişe veya huzursuzluk hali olarak tanımlanmaktadır. Çalışmamızda, fiberoptik bronkoskopi (FOB) yapılan hastalarda preoperatif anksiyete düzeylerini State Trait Anxiety Inventory (STAI-1) anketi ile belirlemek ve bu düzeylerin klinik ve demografik faktörlerle ilişkisini araştırmayı amaçladık. Kasım 2021-Ocak 2024 tarihleri arasında FOB yapılan 158 olgu kesitsel anket çalışmasına dahil edilmiştir. Olguların sosyo-demografik özellikleri, işlem endikasyonları ve önceki cerrahi girişimleri hakkında bilgiler kaydedilmiştir. Bireylerin geçici anksiyete düzeylerini değerlendirmek için STAI-1 anketi, işlemden 15 dakika önce hastalara uygulanmıştır. Hastaların 51’i (%32,3) kadın olup yaş ortanca değeri 58 (20-84) yıl idi. Olguların 65’ine (%41,1) işlem bilinçli sedasyon altında uygulanmış olup işlemin sedasyon altında olması ile lokal anestezi ile uygulanması arasında preoperatif anksiyete düzeylerinin istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık göstermediği belirlenmiştir (p=0,917). Olguların 64’ünde (%41,1) işlem ile ilgili endişe mevcut iken 17’sinde (%10,8) anestezi ile ilişkili endişe bulunmaktaydı. İşlem ile ilgili ve anestezi ile ilgili endişe hisseden olguların istatistiksel anlamlı olarak daha yüksek preoperatif anksiyete düzeyi olduğu saptanmıştır (p<0,001, p=0,009). Çok değişkenli analizde kadın cinsiyetin preoperatif anksiyete düzeyini predikte eden bağımsız faktör olduğu belirlenmiştir [OR: 1,99, %95CI: 1,05-3,94, p=0.04]. Fiberoptik bronkoskopi öncesi preoperatif anksiyete düzeylerinin sosyodemografik ve klinik özelliklerle ilişkisini inceleyen bu çalışma, kadın cinsiyetin anksiyete düzeyleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymuş olup preoperatif anksiyetenin yönetiminde cinsiyet farklılıklarının göz önünde bulundurulması gerektiğini vurgulamaktadır.Publication Fibromiyalji sendromunda sistemik immün-inflamasyon indeksi ve hematolojik laboratuvar bulgularına genel bakış(Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 2024-05-21) Ellergezen, Pınar; Alp, Alev; Çavun, Sinan; Çeçen, Gülce Sevdar; ELLERGEZEN, PINAR; ALP, ALEV; ÇAVUN, SİNAN; SEVDAR ÇEÇEN, GÜLCEBu çalışmada fibromiyalji sendromunda (FMS) Sistemik İmmün-İnflamasyon İndeksi (SII) ile kan parametreleri arasındaki ilişki değerlendirilerek hastalık aktivitesinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya Ocak 2021 ve Ocak 2022 tarihleri arasında Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Kliniğine başvuran 109 FMS hastası ve 82 sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Yaş, cinsiyet, C-reaktif protein (CRP), eritrosit sedimentasyon hızı (ESR), beyaz kan hücresi (WBC), hemoglobin (HGB), ortalama korpusküler hacim (MCV), ortalama korpusküler hemoglobin (MCH), ortalama korpusküler hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), kırmızı hücre dağılımı (RDW), trombosit dağılım genişliği (PDW), ortalama trombosit hacmi (MPV), trombosit (PLT), trombosit kriteri (PCT), lenfosit (LYM), monosit (MONO), nötrofil (NEU) düzeyleri hastane bilgi sisteminden retrospektif olarak taranmıştır. Trombosit-lenfosit oranı (PLR), nötrofil-lenfosit oranı (NLR), monositlenfosit oranı (MLR) ve sistemik immün-inflamasyon indeksi (SII) hesaplanmıştır. CRP ve ESR düzeyleri FMS hastalarında sağlıklı kontrollere göre daha yüksekti ancak değer aralığının dışında değildi (p<0,001). PDW (p<0,001), HGB (p<0,001), MCV (p<0,001), MCH (p<0,001) ve MCHC (p=0,02) düzeyleri hastalarda sağlıklı gruba göre daha düşüktü. Hasta ve kontrol grupları arasında yaş, WBC, NEU, LYM, MONO, RDW, MPV, PLT, PCT, SII, PLR, NLR ve MLR değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. FMS hastalarında WBC düzeyleri ile SSS değerleri arasında (r=0,2; p=0,005) ve lenfosit düzeyleri ile WPI değerleri arasında (r=0,2; p=0,01) anlamlı pozitif korelasyon bulunmuştur. Çalışma sonuçlarına göre, SII'nin FMS'de belirleyici bir rolü yoktur, ancak hastalığın tanıda yararlı olabilecek bazı inflamatuvar bileşenleri vardır ve daha ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç vardır.Publication Klinik bir örneklemde ergenlerde akran zorbalığı sıklığı, zorbalık özellikleri ve zorbalığın algılanan sosyal destekle ilişkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-26) Coşkun, Fatma; Emre, Ayşegül Metin; Selen, Ayşegül Tuğba Hira; YokErgenlerde zorbalığa katılma ciddi psikiyatrik, sosyal ve fiziksel sonuçları olabilen önemli bir halk sağlığı sorunudur. Aile ve arkadaşlarla kurulan destekleyici sosyal ilişkilerin zorbalığa katılma riskini azaltabileceği düşünülmektedir. Bu çalışmada; çocuk ve ergen psikiyatri polikliniğine başvuran ergenlerde akran zorbalığı sıklığı, zorbalık özellikleri ve akran zorbalığının ergenlerin algıladıkları sosyal destekle ilişkisinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmamıza çocuk ve ergen psikiyatri polikliniğine başvuran 12-18 yaş aralığında 100 ergen dahil edilmiştir. Ergenlerde akran zorbalığını değerlendirmek için Olweus Öğrenciler İçin Akran Zorbalığı Anketi (OÖAZ) ve algılanan sosyal desteği değerlendirmek için Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği (ÇBASDÖ) kullanılmıştır. Yapılan değerlendirmeler sonucunda ergenlerin %50’sinin akran zorbalığına katıldığı bulunmuştur. Akran zorbalığına katılan grupta ÇBASDÖ aile alt ölçek puanı anlamlı olarak daha düşük bulunurken (p=0.014), ölçek toplam ve diğer alt ölçek puanlarında gruplar arasında anlamlı farklılık bulunamamıştır. Çalışmamızın sonuçları değerlendirildiğinde akran zorbalığına katılmayanlarda algılanan aile desteğinin daha iyi olduğu görülmektedir. Bu algılan aile desteğinin akran zorbalığı sıklığını azaltabileceğini ve akran zorbalığına katılanlarda gelişebilecek olumsuz sonuçların iyileştirilmesinde etkili olabileceğini düşündürmektedir. Bu çalışmanın sonuçlarının akran zorbalığının önlenmesi, erken dönemde tanınması ve müdahalesine yönelik uygun stratejilerin geliştirilmesinde katkı sunacağı düşünülmektedir.Publication Kronik kalp yetmezliği hastalarında uyku yapısının polisomnografik verilerle değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-13) Yaşar, Ebru; Sarıdaş, Furkan; Yaşar, Bilnur; Demir, Aylin Bican; SARIDAŞ, FURKAN; BİCAN DEMİR, AYLİNKardiyovasküler hastalıklarda uyku ile ilgili bozuklukların önemine dair farkındalık artmaktadır. Uyku bozuklukları kalp yetmezliğinde yaygındır ve uykusuzluk, uyku mimarisinde bozulma, periyodik bacak hareketleri ve periyodik solunumu içerir. Uykuyu başlatma veya sürdürmede zorluk, çok erken uyanma ve tekrar uykuya dalamama ve gün içi uykululuk sıklıkla görülür. Biz çalışmamızda kronik, kompanse ve stabil seyirli kalp yetmezliği hastalarında polisomnografik olarak uyku mimarisi farklılıkları ve bu değişimlerin sol ventrikül sistolik fonksiyonu ile ilişkisinin polisomnografi (PSG) ve transtorasik ekokardiyografi ile ortaya çıkarılması amaçlandı. Transtorasik Ekokardiyografi ile değerlendirilmiş uyku şikayetleri olan 18-75 yaş hastalar dahil dahil edildi. En az dört hafta optimal Kalp Yetmezlik tedavisi alıyor olmak şartı arandı. Kalp kapak hastalıklarına bağlı kronik kalp yetmezliği, kalp nakli için listeleye alınma, yaşamı tehdit eden bilinen hastalıklar, oksijen veya pozitif hava yolu basıncı ile mevcut tedavi alıyor olmak, son 3 ay içinde kararsız anjina pektoris, akut myokard enfarktüsü ve kardiyak cerrahi öyküsü dışlama kriteri olarak belirlendi. Kalp yetmezlikli hastalarda N1 evre yüzdesi, total AHI, total RDI, total RERA, toplam obstrüktif apne sayısı, toplam desaturasyon süresi, total aurosal indeks, NREM evresinde poziyondan bağımsız olarak AHI, RERA ve RDI, REM evresinde poziyondan bağımsız olarak RDI, supin pozisyonda ise AHI kontrol grubuna göre daha yüksekti. Kalp yetmezliği erken evrede bile olsa uyku bozuklukları açısından dikkat edilmesi, uzun vadeli sonuçlar üzerinde muhtemel olumlu etkisi göz önüne alınarak kalp yetmezliği hastalarında uyku ve solunum bozukluklarının zamanında doğru tanımlanması ve tedavisi için önemli bir vurgu yapmakta, ayrıca klinik uyku yönetimi ve tedavisi için belirli bir teorik destek sağlamaktadır.Publication Mesafe koşularında performansı etkileyen fizyolojik, mekanik ve genetik farklılıklar(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-05-18) Yıldız, Selen; Vardar, Selma Arzu; YokKoşu sporuna katılım dünyada her geçen gün artmaktadır. Koşu yarışları mesafe uzunluklarına göre sprint, orta mesafe, uzun mesafe ve ultramaraton olarak sınıflandırılmaktadır. Amatör veya profesyonel koşucular yarışı rakiplerinden erken bitirmek ve kişisel rekorlarını kırmak için çabalamaktadır. Maksimal oksijen tüketimi (VO2maks), koşu ekonomisi, kas lifi özellikleri gibi fizyolojik özellikler ile yarışa başlangıç aşamaları, adım uzunluğu ve frekansı, ayak vuruş şekli gibi mekanik özellikler koşu performansını etkileyen faktörlerdendir. Ayrıca alfa- aktinin-3 (ACTN3) ve anjiotensin dönüştürücü enzim (ACE) gibi genlerin de koşu performansıyla ilişkili olabileceğini gösteren çalışmalar mevcuttur. Bu derlemede sprint koşularından ultramaraton koşularına kadar olan çeşitli mesafelerde yarışan koşucuların performansını etkileyen fizyolojik, mekanik, genetik faktörleri incelenmek amaçlanmıştır. Koşu performansını etkileyen bu faktörlerin yarış mesafesine göre değişkenlik gösterdiği görülmektedir. Koşu antrenmanlarının ve yarış sırasındaki koşu tekniğinin fizyolojik, mekanik, genetik faktörlerle ilişkisinin incelenmesi, koşucu performansının iyileştirilmesinde ve koşu sırasında mevcut performansın etkin kullanımında rol oynayabilir. Ayrıca bu konuda bilgi düzeyinin artması koşu öncesi ve yarış esnasındaki sakatlanmalar gibi olumsuz tıbbi durumların önüne geçilmesine yardımcı olabilir.Publication Otoimmün hastalıkların tedavisi için yeni bir umut: piperin(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-24) Işkın, Ali Eren; Şimşek, Abdurrahman; Budak, Ferah; Işkın, Ali Eren; ŞİMŞEK, ABDURRAHMAN; BUDAK, FERAHÇoğunlukla tropikal ve subtropikal bölgelerde yetiştirilen ve "Piperaceae" familyasında yer alan Piper nigrum, ‘‘Baharatların kralı’’ olarak kabul edilen bir bitkidir. Uzun biberin ve karabiberin acı tadından sorumlu olan ve doğal bir bileşik olarak tanımlanan piperin, P. nigrum’da bulunan bir alkaloiddir. Piperinin, gıda koruyucusu ve bir gıda bileşeni olarak kullanılmasının yanı sıra immünomodülatör, antikanser, antioksidan, nöroprotektif ve antienflamatuvar gibi özellikleri nedeniyle geleneksel tıpta kullanılmaktadır. P. nigrum ve Piper longum gibi doğal ürünlerden elde edilen bileşiklerin nörodejeneratif, kanser, otoimmün ve kronik hastalıkların tedavisinde kullanılması nedeniyle çok sayıda araştırmanın odak noktası haline gelmiştir. Bu derlemedeki amacımız, otoimmün hastalıklarda piperin bileşiğinin terapötik olarak kullanılabilirliğini değerlendirmektir.Publication Primer sjögren sendromunda ekstra-glandüler bulguların oto-antikorlarla ilişkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-24) Yıldırım, Nurdan; Yardımcı, Hasan; YokPrimer Sjögren sendromunda (pSS) serumdaki oto-antikorların varlığı hem daha şiddetli glandüler tutulum hem de daha fazla extra-glandüler bulgu prevalansı ile ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmanın amacı pSS hastalarındaki extra-glandüler bulguların sıklığının saptanması ve oto-antikorların varlığı ve sayısı ile ilişkisinin belirlenmesidir. Bu retrospektif kesitsel çalışmaya 2018-2023 tarihleri arasında Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Romatoloji polikliniğinde pSS tanısı ile takip edilmiş olan 209 hasta dahil edildi. Hastaların demografik ve klinik verileri, extra-glandüler bulguları ve serum oto-antikor profili analiz edildi. Hastaların 92’sinde (%44) ekstra-glandüler bulgu mevcuttu. En sık olarak artrit görülürken, bunu interstisyel akciğer hastalığı takip etmekteydi. Erkeklerde ekstra-glandüler tutulum sıklığı kadınlardan daha fazla bulundu (p=0.050). Anti-SSB pozitifliği olanlarda interstisyel akciğer hastalığı (İAH) ve polinöropati (PNP) daha sık saptanmıştır (sırasıyla p=0.002, p=0.050). RF pozitifliği olanlarda ise artrit ve lenfomanın daha sık görüldüğü gözlenmiştir (sırasıyla p=0.031, p=0.011). Tüm oto-antikorları negatif hastalarda extra-glandüler tutulum daha az saptandı (p=0.005). Anti-SSA ve SSB’nin birlikte pozitif olduğu hastalarda İAH ve PNP daha sıktı (p=0.004 ve p=0.043, sırasıyla). pSS’unda hastaların yaklaşık yarısında extra-glandüler bulgular eşlik etmekte olup, otoantikor oluşumu ve bunların birlikte pozitifliği daha fazla sistemik tutuluma neden olmaktadır. Anti-SSB antikor pozitifliği PNP ve İAH gelişimi riski ile ilişkili iken RF pozitifliği ise artrit ve lenfoma riski ile ilişkilidir.