2024 Cilt 50 Sayı 2
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/48919
Browse
Browsing by Issue Date
Now showing 1 - 20 of 33
- Results Per Page
- Sort Options
Publication Beyin tümörlerinin sodyum floresan kılavuzluğunda rezeksiyonu: 237 hastadan oluşan bir serinin retrospektif analizi ve histopatolojik tanıya göre yararlılığının değerlendirilmesi(2024-05-13) Türkan, Alper; Bekar, Ahmet; BEKAR, AHMETBeyin tümörlü hastaların tedavisinde cerrahi rezeksiyon en önemli prognostik faktörlerden biridir. Sodyum floresan (NaFl), beyin tümörlerinde introperatif görselleştirme için kullanılan floresan bir maddedir. Özel filtre (FL 560 nm) ile donatılmış mikroskop ışığının altında tümöral dokuda yeşil floresan renk oluşmasını sağlar. Bununla birlikte intrakranial yerleşimli her tümörde aynı oranda floresan yoğunluğu sağlayamaz. Bu çalışmada farklı histopatolojik tanılardaki beyin tümörlerinin cerrahisinde NaFl’nin floresan etkisini ve güvenliğini araştırmak amaçlanmıştır.2020-2023 yılları arasında beyin tümörü nedeniyle NaFl rehberliğinde opere edilen toplam 237 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, preoperatif ve postoperatif nörolojik muayenesi, tümör rezeksiyon derecesi, histopatolojik tanısı ve intraoperatif NaFl ile boyanma derecesi analiz edildi. Histopatolojik olarak 73 (%30.8) metastatik tümör, 68 (%28.7) glioblastoma multiforme, 41 (%17.3) menengioma, 21 (%8.9) anaplastik astrositoma, 10 (%4.2) oligodendroglioma, 6 (%2.5) pilositik astrositoma, 6 (%2.5) epidermoid tümör, 5 (%2.1) schwannoma, 3 (%1.3) lenfoma, 2 (%0.8) disembriyoplastik nöroektodermal tümör ve 2 (%0.8) ependimoma tanılı hasta mevcuttu. İntraoperatif olarak 211 (%89) hastada NaFl ile boyanma izlendi. Glioblastoma multiforme ve menengiomaların tamamında, metastatik tümörlerin %90.4’ünde NaFl boyanması gözlendi. Oligodendrogliomaların ve epidermoid tümörlerin hiçbirisinde boyanma saptanmadı (p<0.001). NaFL kullanımı, özellikle yüksek dereceli glial tümörlerde ve metastatik lezyonlarda intraoperatif olarak tümör sınırlarının belirlenmesine etkilidir. Bununla birlikte tümör histopatolojisine, uygulama dozu ve zamanına göre kullanımında sınırlamalar mevcuttur.Publication Mesafe koşularında performansı etkileyen fizyolojik, mekanik ve genetik farklılıklar(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-05-18) Yıldız, Selen; Vardar, Selma Arzu; YokKoşu sporuna katılım dünyada her geçen gün artmaktadır. Koşu yarışları mesafe uzunluklarına göre sprint, orta mesafe, uzun mesafe ve ultramaraton olarak sınıflandırılmaktadır. Amatör veya profesyonel koşucular yarışı rakiplerinden erken bitirmek ve kişisel rekorlarını kırmak için çabalamaktadır. Maksimal oksijen tüketimi (VO2maks), koşu ekonomisi, kas lifi özellikleri gibi fizyolojik özellikler ile yarışa başlangıç aşamaları, adım uzunluğu ve frekansı, ayak vuruş şekli gibi mekanik özellikler koşu performansını etkileyen faktörlerdendir. Ayrıca alfa- aktinin-3 (ACTN3) ve anjiotensin dönüştürücü enzim (ACE) gibi genlerin de koşu performansıyla ilişkili olabileceğini gösteren çalışmalar mevcuttur. Bu derlemede sprint koşularından ultramaraton koşularına kadar olan çeşitli mesafelerde yarışan koşucuların performansını etkileyen fizyolojik, mekanik, genetik faktörleri incelenmek amaçlanmıştır. Koşu performansını etkileyen bu faktörlerin yarış mesafesine göre değişkenlik gösterdiği görülmektedir. Koşu antrenmanlarının ve yarış sırasındaki koşu tekniğinin fizyolojik, mekanik, genetik faktörlerle ilişkisinin incelenmesi, koşucu performansının iyileştirilmesinde ve koşu sırasında mevcut performansın etkin kullanımında rol oynayabilir. Ayrıca bu konuda bilgi düzeyinin artması koşu öncesi ve yarış esnasındaki sakatlanmalar gibi olumsuz tıbbi durumların önüne geçilmesine yardımcı olabilir.Publication Fibromiyalji sendromunda sistemik immün-inflamasyon indeksi ve hematolojik laboratuvar bulgularına genel bakış(Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 2024-05-21) Ellergezen, Pınar; Alp, Alev; Çavun, Sinan; Çeçen, Gülce Sevdar; ELLERGEZEN, PINAR; ALP, ALEV; ÇAVUN, SİNAN; SEVDAR ÇEÇEN, GÜLCEBu çalışmada fibromiyalji sendromunda (FMS) Sistemik İmmün-İnflamasyon İndeksi (SII) ile kan parametreleri arasındaki ilişki değerlendirilerek hastalık aktivitesinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya Ocak 2021 ve Ocak 2022 tarihleri arasında Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Kliniğine başvuran 109 FMS hastası ve 82 sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Yaş, cinsiyet, C-reaktif protein (CRP), eritrosit sedimentasyon hızı (ESR), beyaz kan hücresi (WBC), hemoglobin (HGB), ortalama korpusküler hacim (MCV), ortalama korpusküler hemoglobin (MCH), ortalama korpusküler hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), kırmızı hücre dağılımı (RDW), trombosit dağılım genişliği (PDW), ortalama trombosit hacmi (MPV), trombosit (PLT), trombosit kriteri (PCT), lenfosit (LYM), monosit (MONO), nötrofil (NEU) düzeyleri hastane bilgi sisteminden retrospektif olarak taranmıştır. Trombosit-lenfosit oranı (PLR), nötrofil-lenfosit oranı (NLR), monositlenfosit oranı (MLR) ve sistemik immün-inflamasyon indeksi (SII) hesaplanmıştır. CRP ve ESR düzeyleri FMS hastalarında sağlıklı kontrollere göre daha yüksekti ancak değer aralığının dışında değildi (p<0,001). PDW (p<0,001), HGB (p<0,001), MCV (p<0,001), MCH (p<0,001) ve MCHC (p=0,02) düzeyleri hastalarda sağlıklı gruba göre daha düşüktü. Hasta ve kontrol grupları arasında yaş, WBC, NEU, LYM, MONO, RDW, MPV, PLT, PCT, SII, PLR, NLR ve MLR değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. FMS hastalarında WBC düzeyleri ile SSS değerleri arasında (r=0,2; p=0,005) ve lenfosit düzeyleri ile WPI değerleri arasında (r=0,2; p=0,01) anlamlı pozitif korelasyon bulunmuştur. Çalışma sonuçlarına göre, SII'nin FMS'de belirleyici bir rolü yoktur, ancak hastalığın tanıda yararlı olabilecek bazı inflamatuvar bileşenleri vardır ve daha ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç vardır.Publication Benign endikasyonlarla histerektomi uygulanan hastalarda okült malignensi prevalansı: 3. basamak bir hastanede 5 yıllık deneyim(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-05-23) Gümüşburun, Neşet; Üskent, Ulya; YokHisterektomi, tüm dünyada sezaryen sonrası en sık uygulanan jinekolojik cerrahi prosedürdür. Histerektomi için en yaygın endikasyon myoma uteri'dir ancak nihai patoloji sonuçlarında okült maligniteler bulunabilir. Bu makalede, benign endikasyonla histerektomi yapılan hastaların patoloji sonuçlarını analiz etmeyi, histerektomi spesimenlerinde okült malignite saptanan hastaları gözden geçirmeyi ve preoperatif değerlendirmede dikkat edilmesi gereken konuları literatür ışığında tartışmayı amaçladık. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı'nda 2017 - 2021 yılları arasında histerektomi yapılan 593 hastanın verileri toplandı. Preoperatif malignite ve postpartum histerektomi dışlama kriterleriydi. Histerektomi endikasyonları ve okült malignite prevalansları incelendi. Uterin myom en sık(%40) histerektomi endikasyonuydu. Okült malignite 593 hastanın 7'sinde(%1,2) tespit edildi. Okült malignitesi olan 7 hastanın 3'ünde sarkom, 1'inde servikal, 2'sinde over ve 1'inde tubal kanser vardı. Leiomyom ve anormal uterin kanama nedeniyle histerektomi yapılan hastaların preoperatif endometriyal biyopsileri normaldi. Hiçbir hastada endometriyal kansere rastlanmadı. Uterin sarkom ve over kanseri için preoperatif tarama kılavuzları olmamasına rağmen, çalışmamız özellikle yaşlı hastalarda benign endikasyonlarda dahil olmak üzere dikkatli preoperatif değerlendirme yapılması gerektiğini vurguladı.Publication RNA temelli terapötik yaklaşımlar(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-05-23) Korkmaz, İsmail; Arslan, Serdal; YokRNA temelli terapötikler, RNA moleküllerinin hücresel süreçlerdeki etki mekanizmalarının aydınlatılması ve gelişen teknoloji ile oldukça yüksek potansiyele sahip terapötik stratejileri oluşturmaktadır. Bu stratejiler, birçok hastalığın mekanizması, patofizyolojik süreçleri, teşhisi, tedavisi ve hastalığın önlenmesi konusunda yeni alternatifler sunmaktadır. Ayrıca daha önce ‘‘hedeflenemez’’ olarak bilinen birçok patofizyolojik yollara yeni kapılar açmaktadır. RNA bazlı terapötiklerin sağladığı çeşitli moleküler bazlı ajanlar sayesinde tedavisi yeterli düzeyde olmayan hastalıklara umut verici yeni tedavi yöntemleri geliştirlebilecektir. Günümüzde bilinen 16 adet FDA onaylı RNA terapötik ilaç klinikte kullanılmaktadır. Bunun yanında çok sayıda RNA terapötiği geliştirilme aşamasındadır ve bu durum yakın gelecekte birçok hastalık için yeni tedavi yöntemlerine kapı açacaktır. Bu derleme makalesinde halihazırda kullanılan RNA terapötik stratejilerinin mekanizması, sentezlenmesi, paketlenmesi, hedefe iletimi gibi konular araştırılmıştır ve bunun yanında aday terapötik stratejilere de değinilmiştir.Publication Additional daily ıntramuscular progesterone for luteal phase support does not ımprove live birth rates of programmed frozen-thawed embryo transfer cycles(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-01) Aslan, Kiper; Kasapoğlu, Işıl; Akkok, Tuğba; Çakır, Cihan; Avcı, Berrin; Uncu, Gürkan; ASLAN, MÜNİR KİPER; KASAPOĞLU, IŞIL; AKKÖK, TUĞBA; ÇAKIR, CİHAN; AVCI, BERRİN; UNCU, GÜRKANThis retrospective cohort study aims to investigate whether additional daily intramuscular progesterone (IMP) for luteal phase support improves live birth rates of programmed frozen-thawed embryo transfer (FET) cycles. The study was conducted at a tertiary level university hospital assisted reproductive technology (ART) center between January 2014 and Jan 2021. Six hundred four infertile patients with single-day 5-6 frozen-thawed blastocyst embryo transfer were enrolled in the study. All patients received either 8% micronized vaginal gel or vaginal progesterone capsules for luteal phase support. Intramuscular progesterone was added to vaginal progesterone depending on the in vitro fertilization (IVF) specialist’s choice. Luteal phase support (LPS) was started 6 days before transfer in frozen-thawed cycles and continued until the end of the first trimester. Cycles were compared depending on vaginal progesterone types (8% gel vs. capsule) and the presence of intramuscular progesterone. The primary outcome was the live birth rate. A total of 604 FET cycles were enrolled. Using 8% micronized progesterone or progesterone capsules did not change the live birth rates (24% vs. 25.9%). As the main result, intramuscular progesterone support with vaginal progesterone compared with only vaginal progesterone did not improve the live birth results (22% vs. 24%). In conclusion, this study demonstrated that routine IMP progesterone given in combination with vaginal progesterone does not improve ART outcomes. This combination may be beneficial in a selective population with a monitored luteal phase. Using any form of vaginal progesterone alone is adequate for LPS.Publication Genotyping apolipoprotein E (APOE) Isoforms with sequence-specific-primer (SSP)-PCR in early onset alzheimer’s disease patients: A rapid and revised methodology(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-03) Eryılmaz, Işıl Ezgi; Bakar, Mustafa; Egeli, Ünal; Çeçener, Gülşah; ERYILMAZ, IŞIL EZGİ; BAKAR, HACI MUSTAFA; EGELİ, ÜNAL; ÇEÇENER, GÜLŞAHAlzheimer's disease (AD) is a neurodegenerative disorder that causes progressive damage to brain cells, leading to impairment in cognitive functions. The Apolipoprotein E (APOE) variants play a significant role in the genetic basis of AD, especially late-onset AD (LOAD), and increase the disease risk at an earlier age. Although controversial, some studies reveal the association between APOE genotype and early-onset AD (EOAD) regardless of family history. Therefore, diagnostic laboratories widely perform routine tests to determine the APOE genotype. In the present study, we implemented a revised methodology for the Sequence-Specific-Primer-PCR (SSP-PCR) test for rapid APOE genotyping in 67 EOAD patients. Then, the findings were validated using automatic sequencing with newly designed primers for the related region of the APOE. We state clearly that the applicability of the SSP-PCR method was improved when the primer concentrations of control genes were increased 2-fold, as we reported. All data obtained from SSP-PCR were consistent with Sanger sequencing confirmations. Based on the genotyping results, the four different APOE genotypes were detected: E2/E4, E3/E3, E3/E4, and E4/E4. The frequencies were 1.5% (n=1) for E2/E4, 76.1% (n=51) for E3/E3, 16.4% (n=11) for E3/E4, and 6% (n=4) for E4/E4. In the study group, 23.9% (n=16) of the patients had homozygous or heterozygous APOE E4. However, we detected no significant association between the clinical features and the APOE genotype. As a result, this method is reliable, cost-effective, and rapid for performing genotyping analysis of the APOE for routine tests and research studies with larger EOAD cohorts.Publication The effect of the severity of chronic obstructive pulmonary disease on the pituitary gonadal axis(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-09) Hayat, İmren Mutlu; Önce, Halil Ferat; YokThis study aims to investigate the levels of anabolic hormone implicated in specific clinical symptoms of chronic obstructive pulmonary disease (COPD) in relation to disease severity. Sixty-four male patients with COPD for at least two years were included. COPD diagnosed was based on pulmonary function tests, with severity classified using the CAT score and mMRC breathlessness scale. Levels of various hormones including TSH T3 T4, FSH, LH, testesterone, prolactin, progesterone and CRP were measured. Arterial blood gases were also analyzed. Patients were categorized according to GOLD stages. LH, FSH levels decreased during exacerbation, with a significant positive correlation between LH and low arterial oxygen levels. lower testosterone levels were statistically significant in severe COPD patients with FEV1 < 50%. A decrease in LH, testosterone FSH, TSH, progesterone and prolactin was observed with low blood oxygen levels, indicating dysfunction in the hypothalamic-pituitary-gonadal axis. However,stastistical significance varied.In conclusion, hormonal changes occur in male COPD patients, particulary related to disease severity. Testesterone levels correlate significantly with COPD severity. LH decrease during pronounced hypoxemia period was notable. Further research is necessary to evaluate the safety and efficacy of testosterone supplementation in COPD patients.Publication Çocuklarda cinsel istismar ile karıştırılabilecek anogenital bulgular(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-10) Atılgan, Mehmet; Kılınç, Okan; Toksoy, İrem Tuğçe; Tatar, Tansu Bensu; YokÇocuğun cinsel istismarının tanı ve tedavisinde etik, ahlaki ve kanuni açıdan sorumlulukları olan hekimlerin, cinsel istismarın bulgu ve semptomlarını iyi bilmeleri gerekmektedir. Anatomik varyasyonlar ve fizyolojik durumlar, hiperpigmentasyon oluşturabilen durumlar, dermatitler, cinsel istismar dışı travmalar, travma veya cinsel temas dışı nedenlerle oluşan durumlar (labial adezyon, anal fissürler, kabızlık, anal dilatasyon, üretral prolapsus, liken sklerozus, hematolojik/otoimmün hastalıklar, rektal prolapsus), anogenital bölge neoplazileri ve enfeksiyonların bazılarında görülebilen anogenital bulgular (eritem, ekimoz, sıyrık, purpura-peteşi, laserasyon vb.), çocuğun cinsel istismarıyla karışabilecek niteliktedir. Cinsel istismarda görülebilen bulgular spesifik olmadığından, benzer şekilde bulgu veren tıbbi durumların; güvenilir ve detaylı anamnez, ayrıntılı ve tam fizik muayene, özgeçmiş ve soygeçmiş sorgulama, temel ve ileri laboratuvar tetkikleri ile gerekli konsültasyon/sevkler ile ayırıcı tanısının yapılması, hem asılsız cinsel istismar iddialarının önüne geçilmesi hem de cinsel istismarın atlanmaması ve aydınlatılması açısından oldukça önemlidir. Bu makalede, ulusal ve uluslararası literatür gözden geçirilerek, çocuğun cinsel istismarıyla benzer bulgu verebilen normal ve patolojik durumların değerlendirilmesi, ayırıcı tanıda dikkat edilmesi gereken hususların vurgulanması ile konu hakkındaki bilgi düzeyinin artırılması hedeflenmiştir.Publication Tanımlayıcı epidemiyoloji(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-10) Uzar, Hanife; Karadoğan, Eda; Çakır, Banu; YokEpidemiyoloji “sağlık araştırmaları yöntem bilimi” olarak tanımlayıcı, analitik ve deneysel araştırma tasarımları ile farklı amaçlara yönelik kanıta dayalı bilgi üretmek için sağlık çalışanlarının vazgeçilmez araçlarındandır. Her sağlık çalışanı hastasına en güncel, akılcı ve uygun bakımı sunmak için araştırma sonuçlarını okumak ve hastası için kullanılabilirliğini değerlendirmek ihtiyacı duyar ki, bu nedenle temel epidemiyoloji bilgisi çalışma alanından bağımsız tüm sağlık çalışanları için gereklidir. Tanımlayıcı epidemiyoloji yöntemler içinde en yaygın kullanılan araştırma başlığı olup, bir hastalığın veya sağlık durumunun kişi, yer ve zamana göre dağılımını inceler; ileri incelemeler için hipotez yaratmaya yarar. Araştırma tasarımı tanımlayıcı olmasa dahi tüm epidemiyolojik araştırmalarda ilk analitik adımlar tanımlayıcı özelliktedir; makale ve raporların ilk tabloları sık olarak etkenle karşılaşan ve karşılaşmayanlar, müdahale/vaka veya kontrol grubunun tanımlayıcı özelliklerini veren, grubu tanımlayan tablolardır. Bu şekilde hem çalışma grubu tanımlanmış olur, hem de sağlık çalışanı araştırma bulgularının kendi hasta grubu için uygunluğunu değerlendirebilir. Eski yıllardaki yaygın görüşün aksine tanımlayıcı araştırmalarda da analitik çalışmalarda olduğu gibi çok değişkenli analizler yapılabilmektedir. Tanımlayıcı araştırmalarda kullanılan çok değişkenli analizler ilişkileri, olası karıştırıcı faktörleri ve etkileşimleri inceleyebilmek için yararlıdır. Öte yandan, ayarlanmış ölçütlerin nedensellik tartışması yapılmadan sunulması önemlidir; bu incelemeler hipotez yaratma/tarama amaçlı olup, iç geçerlilik ve genellenebilirliği kısıtlı olacaktır. Bu derleme ile, sadece tanımlayıcı epidemiyolojik çalışmalar tasarlarken değil, araştırma sorusu belirlerken ve çalışma tasarımından bağımsız olarak ilk adım analizleri yaparken sağlık çalışanına yol gösterici olmak ve tanımlayıcı adımlarda doğru yöntemsel yaklaşımlar konusunda okuyucuya sistematik bir bakış açısı kazandırmak amaçlanmıştır. Okuyucunun tanımlayıcı araştırma yaparken kaçınılması gereken hataları değerlendirip önleyebilmesi için sık yapılan hata kaynakları sunulmuştur.Publication The effect of the gonadotropin dose increment during controlled ovarian hyperstimulation on live birth rates of POSEIDON group 3-4 patients(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-12) Aslan, Kiper; Kasapoğlu, Işıl; Mesut, Çağatay; Gürbüz, Tansu Bahar; Çakır, Cihan; Avcı, Berrin; Uncu, Gürkan; ASLAN, MÜNİR KİPER; KASAPOĞLU, IŞIL; MESUT, ÖMER ÇAĞATAY; GÜRBÜZ, TANSU BAHAR; ÇAKIR, CİHAN; AVCI, BERRİN; UNCU, GÜRKANThis retrospective study seeks to explore whether modifying the gonadotropin dose in cases of poor ovarian response during controlled ovarian hyperstimulation contributes to improved live birth rates in Poseidon Group 3-4 patients. The study took place at a tertiary level university. The electronic database spanning 2012-2021 was scrutinized to identify patients with diminished ovarian reserve (DOR) who underwent intra-cytoplasmic sperm injection – embryo transfer (ICSI-ET). Diminished ovarian reserve was determined using the POSEIDON criteria. Patients were categorized into two groups based on whether dose adjustment was implemented during the initial ultrasound assessment in controlled ovarian hyperstimulation (COH). There were 188 patients in the dose adjustment (DA) group and 310 patients in the fixed-dose (FD) group. The demographic parameters were similar between the groups. The started gonadotropin dose was similar in both groups (300 IU). The median dose adjustment on the first control was +75 IU in the DA group. The follicle output rates, follicle to oocyte indexes, and the embryology parameters were comparable between the groups. The positive pregnancy rate was 19.7% (36/188) in the DA group vs. 19.1% (61/310) in the FD Group (p=0.4). The primary outcome of the study; live birth rates were 12% in the DA group vs. 9% in the FD group, and the results were statistically similar (p=0.3). Our research revealed that adjusting the gonadotropin dose in cases of inadequate ovarian response during COH results in comparable live birth rates to those observed in the fixed-dose group. For patients exhibiting an inadequate response, dose adjustment may be deemed necessary.Publication Bağışıklığı baskılanmış hastalarda gelişen pnömonide prognozun ve etiyolojik ajanların değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-13) Öztürk, Nilüfer Aylin Acet; Güçlü, Özge Aydın; Terzi, Orkun Eray; Demirdöğen, Ezgi; Dilektaşlı, Aslı Görek; Kazak, Esra; Ursavaş, Ahmet; Karadağ, Mehmet; ACET ÖZTÜRK, NİLÜFER AYLİN; AYDIN GÜÇLÜ, ÖZGE; TERZİ, ORKUN ERAY; DEMİRDÖĞEN, EZGİ; GÖREK DİLEKTAŞLI, ASLI; KAZAK, ESRA; URSAVAŞ, AHMET; KARADAĞ, MEHMETBağışıklığı baskılanmış hastaların sayısı uygulanan tedavilerinde izlenen gelişimler sonucunda artış göstermekte ve bu olgularda akciğer komplikasyonları önemli morbidite ve mortalite ile sonuçlanmaktadır. Çalışmamızda birincil amacımız COVID-19 pandemisi öncesinde kliniğimizde takip edilen bağışıklığı baskılanmış hastalarda gelişen pnömoni olgularının klinik özellikleri ve prognozla ilişkili faktörlerin değerlendirilmesidir. 1 Ocak 2019 – 31 Aralık 2019 tarihleri arasında pnömoni tanısı ile tetkikleri veya tedavisi düzenlenen immunsuprese olgular retrospektif olarak taranarak çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen 104 hastanın ortanca yaşı 59,0 ve %56,7’si erkekti. Hastane-içi mortalite oranı %27,8 ve mortalite ile seyreden grupta kan prokalsitonin düzeyi daha yüksek ve solunum yetmezliği daha sıktı. Çok değişkenli analizlerde ise mortalite ile fungal enfeksiyon belirteçleri yakın ilişkiliydi. Solunum yolu örneklerinde en sık üreyen bakteriyel patojenler sırasıyla; Klebsiella spp, P. aeruginosa ve Acinetobacter spp. idi. Solunum yolu örneklerinde genişletilmiş beta laktamaz direnci %33,3 olarak izlenirken karbepenem direnci %39,3 ve kinolon direnci %38,8 sıklıkla saptandı. Güncel literatür ile karşılaştırıldığında çalışmamızda izlenen mortalite oranı diğer çalışmalar ile benzerlik gösterirken saptanan patojen bakterilerin dağılımı oldukça farklılık göstermektedir. Bu farklılıklar çalışma tasarımlarının farklılığının yanı sıra farklı bölgelerde immunsuprese olguların dağılımının farkından, antibiyotik kullanım politikalarının farklılığından kaynaklanabilmektedir. Çalışmamızın sonuçları bağışıklığı baskılanmış bireylerde toplum kökenli pnömoni ampirik tedavisinin düzenlenmesinde yol gösterici olabilir.Publication Acil servise başvuran COVİD-19 pozitif olan Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları ile mültecilerin karşılaştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-13) Erbil, Adem Samet; İşler, Yeşim; Kaya, Halil; Yüksel, Melih; Ay, Mehmet Oğuzhan; Ayan, İsmail; YokAcil servise başvuran koronavirüs hastalığı (Covid-19) pozitif tespit edilen Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) vatandaşları ile mültecilerin sosyo-ekonomik durumu, özgeçmiş, klinik seyir, tedavi ve sonuçlarının karşılaştırılması ve bulduğumuz veriler ışığında alınabilecek yeni kararlarla olası yeni pandemilerde sağlık hizmetlerine yol göstermeyi amaçladık. Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servisine başvuran hastaların 3 aylık süredeki retrospektif verilerine hasta dosyaları ve hastane bilgi yönetim sistemi üzerinden ulaşılmıştır. Hastaların yaş, cinsiyet, acil servise başvuru tarihi, ek hastalık varlığı, favipiravir, asetilsalisilik asit (ASA), heparin, antibiyotik, steroid, hidroksiklorokin kullanımları, acil servis başvuru fatura değerleri ve laboratuvar (nötrofil, lenfosit, ferritin, platelet, D-dimer, fibrinojen, C-reaktif protein (CRP)) bulguları, acil servisten sonlanışları ve ilk 6 ay içindeki mortaliteleri karşılaştırılmıştır. Çalışmaya 4733 hasta dahil edildi. Bu hastaların %78,7’si T.C. vatandaşıydı. Hastaların %54,3’ü erkek ve %12,9’u da hipertansif olarak saptandı. Acil servis sonlanımı sonrası % 76,5’i ev karantinası önerilerek taburcu edildi. Hastaların cinsiyet, ek hastalıklar ile uyrukları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptandı. Yaş ve fibrinojen değerleri yabancı uyruklularda anlamlı olarak düşük iken (p<0,001), fatura miktarı ve ferritin düzeylerinin ise T.C. vatandaşlarında anlamlı derecede düşük olduğu görüldü (p<0,001). Hastaların klinik sonlanım, yatış ve taburculukları arasında anlamlı fark tespit edilmemiştir. Yabancı uyruklu hastalarda kronik hastalıklar daha az iken çoklu ilaç tedavisi ile takip edildikleri görülmektedir. Mevcut dil bariyerinin ise hekimleri polifarmasiye yöneltmiş olabileceğini düşünmekteyiz.Publication Relationship between health literacy level and contraceptive method preferences: Intrauterine device vs. elective curettage(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-20) Ocakoğlu, Sakine Rahimli; Atak, Zeliha; Ocakoğlu, Gökhan; Demirci, Hakan; OCAKOĞLU, GÖKHANProviding reproductive health services is essential to a healthcare system. Reproductive health is an important component of the World Health Organization, indicating that women and men have the right to information and access to safe and effective contraceptive methods. Unfortunately, not all individuals are aware of the reliable contraceptive methods currently available today; this is the main factor leading to unwanted pregnancy, which is terminated with Elective Curettage. The present study aims to compare the Health Literacy (HL) levels of patients who use intrauterine devices (IUD) for contraception with those who underwent Elective Curettage (E&C) to terminate unwanted pregnancies. This cross-sectional study was conducted with 467 participants who applied to the Family Planning Department to terminate unintended pregnancy with E&C (n=59) and those who used an IUD for contraception (n=408). The study shows no differences between the groups according to the HL level determined for the overall HL scale. However, the "Health Promotion" subscale's median score was higher in the E&C group (p=0.002). The logistic regression analysis showed that the tendency of unemployed women to prefer E&C was 11.15 times more than that of employed women. Moreover, those with a history of curettage were 4.95 times more likely to prefer the E&C method. In conclusion, "Health Promotion" is related to the ability to evaluate the health warnings of the environment. It can be interpreted that the environment influences women's E&C preferences. The frequent occurrence of E&C in unemployed women must also be examined in a sociocultural context.Publication Protective effect of mesenchymal stem cells and melatonin on testicular torsion-ınduced infertility(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-25) Neşet, Gül; Çil, Nazlı; Mete, Gülçin Abban; YokWe aimed to explore the effects of systemic melatonin and intratesticular Adipose tissue-derived mesenchymal stem cells (AdMSCs) administration on rats with acute unilateral testicular torsion. Rats were randomized into Sham group (S) (n=8), torsion/detorsion group (T/D by torsion of right testis with rotated 720° counter clockwise for 3 h, then detorsion) (n=8), Melatonin group given 25 mg/kg after torsion/detorsion (M) (n=8), Adipose tissue-derived mesenchymal stem cell-treated group after torsion/detorsion (MSC) (n=8), Adipose tissue-derived mesenchymal stem cell-treated group with melatonin after torsion/detorsion (MSC+M) (n=8). We measured MDA, Testosterone, FSH and LH levels, performed histopathological analyses in testicles, and identified SOX, VASA and Caspas-3 reactions immunohistochemically. Testosterone, FSH, LH values did not yield any significant difference between the groups. While the Johnson score in the right testis remained the lowest in T/D, the highest score was noted in the S. The T/D manifested some degenerative seminiferous tubules, abnormal spermatogenesis and maturation arrest. The degenerative appearance monitored in M, MSC and MSC+M groups persisted in some tubules, while markedly reduced degeneration was observed in some other tubules. The highest Caspase-3 expression in T/D, whereas SOX-9 expression remained significantly higher in the treatment groups. Another aspect deserving attention is that MSC were characterized by low VASA expression. Our experimental trial suggests that the torsion-induced degeneration in testicular tissue was ameliorated in all the treatment groups. Although MSC, MSC+M and M administrations decreased the torsion-induced degeneration in the testicular tissue, these treatments did not prove to be superior to each other.Publication Diyabetin Uterus dokusu üzerinde Morfolojik etkilerinin ve Mucin-1 Ekspresyonunun değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2024-07-01) Kutlu, Berna Özdenoğlu; Saraydın, Serpil Ünver; Delibaş, Özlem; YokDiyabet günümüz dünyasında en önemli sağlık sorunlarından birisi olarak kabul edilmektedir. Diyabette serbest radikallerin ortaya çıkması oksidatif strese neden olur. Çalışmamızda, ratlar üzerinde streptozotosin (STZ) ile deneysel diyabet modeli oluşturulması sonrasında, diyabetin, hayvanların uterus dokusu üzerinde herhangi bir etkisinin olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmada ağırlıkları yaklaşık 250-300 gram ağırlığında 8-10 haftalık Wistar Albino cinsi erişkin dişi rat kullanıldı. Kontrol ve diyabet olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hayvanlar östrus siklusuna göre; östrüs dönemleri belirlenerek bu dönemde uterus dokuları alındı. Sıçanlara 60 mg/kg derişimlerde hazırlanan STZ, intraperitonal (IP) yoldan enjekte edildi. STZ verildikten iki gün sonra kuyruk veninden kan glukoz seviyesine bakıldı. Değeri 200-300 mg/dL’den büyük olan sıçanlar diyabet kabul edildi. 30 gün sonra uterus dokuları çıkarıldı. Doku örneklerinden 3 μm kalınlığında kesitler alındı. Alınan uterus dokusunda, morfoloji için (H&E), kollajen lifleri gösterebilmek için ise Picro-sirius red boyama yöntemleri kullanıldı. İmmünfloresan boyama için ise Mucin-1 (MUC1) antikoru kullanıldı. Diyabet grubunda yer alan uterus dokusunun endometrium bölgesindeki histopatolojik ve morfometrik değişiklikler izlendi. Yapılan çalışmada, diyabetin uterus endometrium kollajen lif yoğunluğunu azalttığı ve bezler üzerinde de olumsuz etkilerinin olduğu belirlendi. Sonuç olarak diyabetin doku bozulmasına yol açabileceği ve bez yapıları üzerinde olumsuz etkilerinin olabileceği düşünülebilir.Publication Uludağ Fournier Gangreni şiddet indeksi’nin Fournier Gangreni’nde Prognozu değerlendirmedeki katkısı(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-04) Berhuni, Mehmet Sait; Yönder, Hüseyin; Elkan, Hasan; Tatlı, Faik; Uzunköy, Ali; YokFournier gangreni (FG), perineal, perianal ve ürogenital deri ve deri altı dokuların gangrenöz süpüratif bir hastalığıdır. Bu çalışmada kliniğimizde FG nedeniyle opere ettiğimiz hastalarımızda, Uludağ Fournier Gangreni Şiddet İndeksi (UFGSI)’ni kullanarak morbidite ve mortalitenin öngörülebilirliğini değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmaya Ocak 2012 ile Aralık 2022 tarihleri arasında kliniğimizde FG nedeniyle ameliyat edilen ve çalışma kriterlerini karşılayan 35 hasta dahil edildi. Veriler retrospektif olarak hasta dosyaları incelenerek toplandı. 35 hastanın 10 tanesinde UFGSI skoru 9 ve üzerinde idi ve bu hastaların üçünde hastalık mortal seyretti. Skoru 9’un altında olan 25 hastadan sadece birinde mortalite görüldü. Tüm agresif tedavi seçeneklerine rağmen FG’nin mortalite oranı yüksektir. UFGSI skorlama sistemi mortalitenin güvenilir bir öngörücüsü gibi görülmektedir.Publication Crush sendromu ilişkili enfeksiyonlar: 2023 Türkiye depremi sonrasında bir Üniversite Hastanesinde görülen yara enfeksiyonlarının retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-09) Koçer, İpek; Demirbakan, Hadiye; Arı, Demet; Büdeyri, Aydın; YokDepremzedelerde meydana gelen Crush sendromu sonrasında enfeksiyon morbidite ve mortaliteyi etkileyen komplikasyonlardan biridir. Çalışmamızın amacı, deprem sonrası travma ilişkili yaralanma ile hastanemize başvuran depremzedelerin yara kültürlerinde mikroorganizmaların sıklığını ve antibiyotik duyarlılık paternini belirlemektir. Yara kültürleri için yara yerlerinden alınan sürüntü ve doku örneklerinden izole edilen bakterilerin tanımlanma ve antibiyotik duyarlılıkları BD Phoenix (Becton Dickinson, ABD) ile yapıldı. Yara kültürlerinin değerlendirilmesinde Q skorlaması kullanıldı. Hastanemize deprem ilişkili yaralanma şikayetiyle toplam 552 hasta başvurdu. Bunlardan 186’sının yatışı yapıldı. Depremzede 14 hastanın (11 kadın, 3 erkek) yaş ortalaması 36,5 (2-83), ortalama enkazda kalma süresi 23,5 saatti (8-120 saat). Hastaların 12’sine fasyotomi uygulanırken, 4’ünün çeşitli uzuvlarına ampütasyon yapılmıştır. Üremesi olan 24 kültürden toplam 30 mikroorganizma izole edilirken; 6 kültürde üreme olmadı. Yara enfeksiyonların %30’u polimikrobiyal olup ilk sırada Gram negatif etkenler ikinci sırada ise Gram pozitif etkenlerin ürediği saptanmıştır. En sık görülen etken Acinetobacter baumanii %56,7 (n:17) iken; diğerleri Pseudomonas aureginosa %10 (n:3), Enterobacter cloace %10 (n:3), Enterococcus faecium %10 (n:3), Klebsiella pneumoniae %6,7 (n:2) Escherchia coli %6,7 (n:2) olarak saptanmıştır. Acinetobacter baumanii, Pseudomonas aureginosa ve Klebsiella pneumoniae izolatlarında çoklu antibiyotik direnci olduğu izlenmiş olup hastane bakımı ilişkili enfeksiyon olduğu düşünülmüştür. Genellikle doğal afetlerden sonra çoklu ilaca dirençli mikroorganizmalar rapor edilmektedir. Crush sendromu hastane enfeksiyonlar için risk oluştururken, erken ve uygun profilaktik antibiyotik tedavisi hastaların prognozunda önem taşımaktadır.Publication Otoimmün hastalıkların tedavisi için yeni bir umut: piperin(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-24) Işkın, Ali Eren; Şimşek, Abdurrahman; Budak, Ferah; Işkın, Ali Eren; ŞİMŞEK, ABDURRAHMAN; BUDAK, FERAHÇoğunlukla tropikal ve subtropikal bölgelerde yetiştirilen ve "Piperaceae" familyasında yer alan Piper nigrum, ‘‘Baharatların kralı’’ olarak kabul edilen bir bitkidir. Uzun biberin ve karabiberin acı tadından sorumlu olan ve doğal bir bileşik olarak tanımlanan piperin, P. nigrum’da bulunan bir alkaloiddir. Piperinin, gıda koruyucusu ve bir gıda bileşeni olarak kullanılmasının yanı sıra immünomodülatör, antikanser, antioksidan, nöroprotektif ve antienflamatuvar gibi özellikleri nedeniyle geleneksel tıpta kullanılmaktadır. P. nigrum ve Piper longum gibi doğal ürünlerden elde edilen bileşiklerin nörodejeneratif, kanser, otoimmün ve kronik hastalıkların tedavisinde kullanılması nedeniyle çok sayıda araştırmanın odak noktası haline gelmiştir. Bu derlemedeki amacımız, otoimmün hastalıklarda piperin bileşiğinin terapötik olarak kullanılabilirliğini değerlendirmektir.Publication Primer sjögren sendromunda ekstra-glandüler bulguların oto-antikorlarla ilişkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-24) Yıldırım, Nurdan; Yardımcı, Hasan; YokPrimer Sjögren sendromunda (pSS) serumdaki oto-antikorların varlığı hem daha şiddetli glandüler tutulum hem de daha fazla extra-glandüler bulgu prevalansı ile ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmanın amacı pSS hastalarındaki extra-glandüler bulguların sıklığının saptanması ve oto-antikorların varlığı ve sayısı ile ilişkisinin belirlenmesidir. Bu retrospektif kesitsel çalışmaya 2018-2023 tarihleri arasında Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Romatoloji polikliniğinde pSS tanısı ile takip edilmiş olan 209 hasta dahil edildi. Hastaların demografik ve klinik verileri, extra-glandüler bulguları ve serum oto-antikor profili analiz edildi. Hastaların 92’sinde (%44) ekstra-glandüler bulgu mevcuttu. En sık olarak artrit görülürken, bunu interstisyel akciğer hastalığı takip etmekteydi. Erkeklerde ekstra-glandüler tutulum sıklığı kadınlardan daha fazla bulundu (p=0.050). Anti-SSB pozitifliği olanlarda interstisyel akciğer hastalığı (İAH) ve polinöropati (PNP) daha sık saptanmıştır (sırasıyla p=0.002, p=0.050). RF pozitifliği olanlarda ise artrit ve lenfomanın daha sık görüldüğü gözlenmiştir (sırasıyla p=0.031, p=0.011). Tüm oto-antikorları negatif hastalarda extra-glandüler tutulum daha az saptandı (p=0.005). Anti-SSA ve SSB’nin birlikte pozitif olduğu hastalarda İAH ve PNP daha sıktı (p=0.004 ve p=0.043, sırasıyla). pSS’unda hastaların yaklaşık yarısında extra-glandüler bulgular eşlik etmekte olup, otoantikor oluşumu ve bunların birlikte pozitifliği daha fazla sistemik tutuluma neden olmaktadır. Anti-SSB antikor pozitifliği PNP ve İAH gelişimi riski ile ilişkili iken RF pozitifliği ise artrit ve lenfoma riski ile ilişkilidir.