2024 Cilt 50 Sayı 2
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/48919
Browse
Browsing by Title
Now showing 1 - 20 of 33
- Results Per Page
- Sort Options
Publication 0-24 Aylık bebeği olan annelerin emzirme tutumları ve obezite ön yargısı ile ilişkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-23) Uncular, Gülser; Borlu, Arda; YokBu çalışmada 0-24 aylık bebeği olan annelerin emzirme tutumlarının; Beden Kitle İndeksi (BKİ) değerleri, ağırlık durumları hakkında kendi düşünceleri ve obezite ön yargılarıyla ilişkisini değerlendirmek amaçlanmıştır. Kesitsel, tanımlayıcı tipteki çalışma 0-24 aylık bebeği olan 506 anne ile anket formu aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Çalışmada annelerin tanımlayıcı özellikleri, BKİ değerleri, Emzirme Tutum Değerlendirme Ölçeği (ETDÖ) ve GAMS-27 Obezite Ön Yargı Ölçeği (OÖÖ) kullanılmıştır. Çalışmadan elde edilen veriler IBM SPSS 24.0 istatistik programı ile değerlendirilmiştir. İstatistik testlerde anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edilmiştir. Verilerin değerlendirilmesinde ANOVA testi, post hoc analizlerde Tukey testi, yapılmıştır. Ölçekler arasındaki puanlar arasındaki ilişki için Spearman korelasyon analizi uygulanmıştır. Annelerin ETDÖ ortalama puanı 106,5 ± 12,6 olarak tespit edilmiştir. Gebelik öncesi ağırlık durumlarında kendilerini normal olarak değerlendiren annelerin ETDÖ puan ortalamalarının daha yüksek olduğu saptanmıştır. Annelerin çoğunun (%91,7) obeziteye karşı bakışları ön yargılı veya ön yargılıya eğilimlidir. Çocuğunun ağırlık durumunu normal olarak değerlendiren annelerin ETDÖ puanları, normalden az olarak değerlendiren annelere göre olarak anlamlı bir şekilde daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Annelerin emzirme tutumları ortalama düzeyde bulunmuştur. ETDÖ ile OÖÖ puanları arasında anlamlı fark bulunmamıştır. Ancak annelerin büyük çoğunluğunun şişman olmayı kozmetik bir problem olduğunu ifade etmeleri ve OÖÖ göre ön yargıya eğilimli ve ön yargılı olarak değerlendirilmeleri dikkate alınarak, obeziteye karşı kalıp yargıların oluşmaya başladığı öngörülmektedir. Bu nedenle, annelerin obezite ön yargısına karşı farkındalığının artırılması ve emzirme sürecinde desteklenmesi önemlidir.Publication Acil servise başvuran COVİD-19 pozitif olan Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları ile mültecilerin karşılaştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-13) Erbil, Adem Samet; İşler, Yeşim; Kaya, Halil; Yüksel, Melih; Ay, Mehmet Oğuzhan; Ayan, İsmail; YokAcil servise başvuran koronavirüs hastalığı (Covid-19) pozitif tespit edilen Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) vatandaşları ile mültecilerin sosyo-ekonomik durumu, özgeçmiş, klinik seyir, tedavi ve sonuçlarının karşılaştırılması ve bulduğumuz veriler ışığında alınabilecek yeni kararlarla olası yeni pandemilerde sağlık hizmetlerine yol göstermeyi amaçladık. Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servisine başvuran hastaların 3 aylık süredeki retrospektif verilerine hasta dosyaları ve hastane bilgi yönetim sistemi üzerinden ulaşılmıştır. Hastaların yaş, cinsiyet, acil servise başvuru tarihi, ek hastalık varlığı, favipiravir, asetilsalisilik asit (ASA), heparin, antibiyotik, steroid, hidroksiklorokin kullanımları, acil servis başvuru fatura değerleri ve laboratuvar (nötrofil, lenfosit, ferritin, platelet, D-dimer, fibrinojen, C-reaktif protein (CRP)) bulguları, acil servisten sonlanışları ve ilk 6 ay içindeki mortaliteleri karşılaştırılmıştır. Çalışmaya 4733 hasta dahil edildi. Bu hastaların %78,7’si T.C. vatandaşıydı. Hastaların %54,3’ü erkek ve %12,9’u da hipertansif olarak saptandı. Acil servis sonlanımı sonrası % 76,5’i ev karantinası önerilerek taburcu edildi. Hastaların cinsiyet, ek hastalıklar ile uyrukları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptandı. Yaş ve fibrinojen değerleri yabancı uyruklularda anlamlı olarak düşük iken (p<0,001), fatura miktarı ve ferritin düzeylerinin ise T.C. vatandaşlarında anlamlı derecede düşük olduğu görüldü (p<0,001). Hastaların klinik sonlanım, yatış ve taburculukları arasında anlamlı fark tespit edilmemiştir. Yabancı uyruklu hastalarda kronik hastalıklar daha az iken çoklu ilaç tedavisi ile takip edildikleri görülmektedir. Mevcut dil bariyerinin ise hekimleri polifarmasiye yöneltmiş olabileceğini düşünmekteyiz.Publication Acil serviste Covid-19 salgını öncesi ve Covid-19 salgını döneminde akut koroner sendrom tanısı alan hastaların epidemiyolojik incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-26) Aydoğan, Ayşe Armağan; Aydoğan, Göksel; Aydın, Şule Akköse; Durak, Vahide Aslıhan; AYDOĞAN, GÖKSEL; AYDIN, ŞULE; DURAK, VAHİDE ASLIHANKardiyovasküler hastalıklar; yetişkinlerde mortalite ve morbiditenin başlıca nedeni olup Türkiye'deki tüm ölümlerin ise yaklaşık yarısı kardiyovasküler hastalıklardan kaynaklanmaktadır. Çalışmamız kapsamında, Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Servisi'ne COVID-19 salgını öncesi ve sonrası 1 yıllık süreçte başvuran ve akut koroner sendrom tanısıyla değerlendirilen hastaların epidemiyolojik olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Acil servise, COVID-19 pandemisi öncesi 01.04.2019-31.03.2020 ve pandemi sonrası 01.04.2020-31.03.2021 tarihleri arasında başvurarak akut koroner sendrom tanısı konulan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelenmiş olup hastaların yaş, cinsiyet, laboratuvar değerleri (tam kan sayımı, troponin, kreatinin kinaz, D-dimer, üre, kreatin, kreatinin kinaz izoenzim-MB), başvuru anındaki COVID-19 PCR, eşlik eden hastalıklar, başvuru şikayeti ve EKG bulguları kaydedilmiştir. Hastaların %72,7’sinin erkek cinsiyette olduğu; %31,8’inin sigara içtiği, %2,6’sının morbid obez olduğu görülmüştür. Hastaların yaş dağılımında, COVID-19 öncesi ve sonrası grup karşılaştırılmasında istatistiksel fark belirlenmiştir Akut koroner sendrom tanısı konulan hastaların %84,4 oranında tipik göğüs ağrısı şikayeti ile hastaneye başvurdukları görülmüş olup COVID-19 sonrası hastalarda; NSTEMI tanıları artarken, STEMI ve USAP tanıları ise azalma saptanmıştır. Hasta sonlanımı olarak bakıldığında ise COVID-19 sonrası hastalarda sevk oranı azalmış ancak ölüm oranının ise arttığı görülmüştür. COVID-19 enfeksiyonları akut koroner sendrom, miyokard enfeksiyonu, kalp yetersizliği ve aritmiler de dahil birçok klinik sonuçla beraber kardiyak oksijen sunum yetersizliği, artmış koagülabilite, enflamasyon, sitokin fırtınasına bağlı olarak kardiyak hasara sebep olmaktadır. Çalışmamızdan elde edilen verilerin ulusal ve uluslararası literatüre katkı sağlamakta olduğunu ve olası risk faktörlerinin belirlenmesi ile acil hekimlerine yol gösterici olacağı düşünülmektedir.Publication Additional daily ıntramuscular progesterone for luteal phase support does not ımprove live birth rates of programmed frozen-thawed embryo transfer cycles(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-01) Aslan, Kiper; Kasapoğlu, Işıl; Akkok, Tuğba; Çakır, Cihan; Avcı, Berrin; Uncu, Gürkan; ASLAN, MÜNİR KİPER; KASAPOĞLU, IŞIL; AKKÖK, TUĞBA; ÇAKIR, CİHAN; AVCI, BERRİN; UNCU, GÜRKANThis retrospective cohort study aims to investigate whether additional daily intramuscular progesterone (IMP) for luteal phase support improves live birth rates of programmed frozen-thawed embryo transfer (FET) cycles. The study was conducted at a tertiary level university hospital assisted reproductive technology (ART) center between January 2014 and Jan 2021. Six hundred four infertile patients with single-day 5-6 frozen-thawed blastocyst embryo transfer were enrolled in the study. All patients received either 8% micronized vaginal gel or vaginal progesterone capsules for luteal phase support. Intramuscular progesterone was added to vaginal progesterone depending on the in vitro fertilization (IVF) specialist’s choice. Luteal phase support (LPS) was started 6 days before transfer in frozen-thawed cycles and continued until the end of the first trimester. Cycles were compared depending on vaginal progesterone types (8% gel vs. capsule) and the presence of intramuscular progesterone. The primary outcome was the live birth rate. A total of 604 FET cycles were enrolled. Using 8% micronized progesterone or progesterone capsules did not change the live birth rates (24% vs. 25.9%). As the main result, intramuscular progesterone support with vaginal progesterone compared with only vaginal progesterone did not improve the live birth results (22% vs. 24%). In conclusion, this study demonstrated that routine IMP progesterone given in combination with vaginal progesterone does not improve ART outcomes. This combination may be beneficial in a selective population with a monitored luteal phase. Using any form of vaginal progesterone alone is adequate for LPS.Publication Adölesanlarda işitsel işleme becerileri ile akademik başarı arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-25) Gökay, Nuriye Yıldırım; Kamışlı, Gurbet İpek Şahin; YokGünlük yaşamda özellikle okul ortamları olmak üzere gürültülü, sessiz, çok ses kaynaklı gibi farklı dinleme koşulları ile karşı karşıya kalmaktayız. Bu çalışma 13-18 yaşları arasındaki adölesanların; dikotik dinleme ve gürültüde konuşmayı ayırt etme becerilerinin, akademik performansları ile ilişkili olup olmadığını araştırmaktadır. Çalışmaya toplamda 74 gönüllü katılmış olup, gürültüde konuşmayı anlama şikâyetlerinin olup olmamasına göre iki gruba ayrılmışlardır. Gönüllülerin dikotik işitsel işlemleme becerileri “Dikotik Cümle Testi” ile, gürültüde konuşmayı ayırt etme becerileri ise “İşitsel Figür Zemin Testi” ile değerlendirilmiştir. Adölesanların güncel not ortalamaları ve “Akademik Başarıyı Etkileyen Riskleri Tarama Ölçeği” skorları, akademik başarılarını değerlendirmede kullanılmıştır. Bulguların analizinde SPPS v.24 programı kullanılmıştır ve tip 1 hata düzeyi 0,05 olarak saptanmıştır. Sonuçta gürültüde konuşmayı anlama şikâyeti olan bireylerle, olmayan bireyler arasında; kişisel kulaklık günlük kullanım süreleri, not ortalaması, işitsel işlemleme test skorları ve akademik başarı ölçeği skorlarında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar saptanmıştır (p < 0,05). Akademik başarı ölçeği skorları ile işitsel işlemleme skorları arasında orta ve güçlü düzeylerde anlamlı korelasyonlar (p < 0,05 ve r = 0,631, r = 0,571, r = 0,566, r = 0,495) elde edilmiştir. Gürültü varlığı, yüksek sesle uzun süre kişisel kulaklık kullanımı, zayıf işitsel işlemleme becerileri adölesanların akademik başarısını olumsuz etkileyebilmektedir. Mevcut çalışma bu konuda uzmanlara yol gösterici olmayı, adölesanlarda işitme sağlığı açısından farkındalık yaratmayı öngörmektedir.Publication Bağışıklığı baskılanmış hastalarda gelişen pnömonide prognozun ve etiyolojik ajanların değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-13) Öztürk, Nilüfer Aylin Acet; Güçlü, Özge Aydın; Terzi, Orkun Eray; Demirdöğen, Ezgi; Dilektaşlı, Aslı Görek; Kazak, Esra; Ursavaş, Ahmet; Karadağ, Mehmet; ACET ÖZTÜRK, NİLÜFER AYLİN; AYDIN GÜÇLÜ, ÖZGE; TERZİ, ORKUN ERAY; DEMİRDÖĞEN, EZGİ; GÖREK DİLEKTAŞLI, ASLI; KAZAK, ESRA; URSAVAŞ, AHMET; KARADAĞ, MEHMETBağışıklığı baskılanmış hastaların sayısı uygulanan tedavilerinde izlenen gelişimler sonucunda artış göstermekte ve bu olgularda akciğer komplikasyonları önemli morbidite ve mortalite ile sonuçlanmaktadır. Çalışmamızda birincil amacımız COVID-19 pandemisi öncesinde kliniğimizde takip edilen bağışıklığı baskılanmış hastalarda gelişen pnömoni olgularının klinik özellikleri ve prognozla ilişkili faktörlerin değerlendirilmesidir. 1 Ocak 2019 – 31 Aralık 2019 tarihleri arasında pnömoni tanısı ile tetkikleri veya tedavisi düzenlenen immunsuprese olgular retrospektif olarak taranarak çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen 104 hastanın ortanca yaşı 59,0 ve %56,7’si erkekti. Hastane-içi mortalite oranı %27,8 ve mortalite ile seyreden grupta kan prokalsitonin düzeyi daha yüksek ve solunum yetmezliği daha sıktı. Çok değişkenli analizlerde ise mortalite ile fungal enfeksiyon belirteçleri yakın ilişkiliydi. Solunum yolu örneklerinde en sık üreyen bakteriyel patojenler sırasıyla; Klebsiella spp, P. aeruginosa ve Acinetobacter spp. idi. Solunum yolu örneklerinde genişletilmiş beta laktamaz direnci %33,3 olarak izlenirken karbepenem direnci %39,3 ve kinolon direnci %38,8 sıklıkla saptandı. Güncel literatür ile karşılaştırıldığında çalışmamızda izlenen mortalite oranı diğer çalışmalar ile benzerlik gösterirken saptanan patojen bakterilerin dağılımı oldukça farklılık göstermektedir. Bu farklılıklar çalışma tasarımlarının farklılığının yanı sıra farklı bölgelerde immunsuprese olguların dağılımının farkından, antibiyotik kullanım politikalarının farklılığından kaynaklanabilmektedir. Çalışmamızın sonuçları bağışıklığı baskılanmış bireylerde toplum kökenli pnömoni ampirik tedavisinin düzenlenmesinde yol gösterici olabilir.Publication Benign endikasyonlarla histerektomi uygulanan hastalarda okült malignensi prevalansı: 3. basamak bir hastanede 5 yıllık deneyim(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-05-23) Gümüşburun, Neşet; Üskent, Ulya; YokHisterektomi, tüm dünyada sezaryen sonrası en sık uygulanan jinekolojik cerrahi prosedürdür. Histerektomi için en yaygın endikasyon myoma uteri'dir ancak nihai patoloji sonuçlarında okült maligniteler bulunabilir. Bu makalede, benign endikasyonla histerektomi yapılan hastaların patoloji sonuçlarını analiz etmeyi, histerektomi spesimenlerinde okült malignite saptanan hastaları gözden geçirmeyi ve preoperatif değerlendirmede dikkat edilmesi gereken konuları literatür ışığında tartışmayı amaçladık. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı'nda 2017 - 2021 yılları arasında histerektomi yapılan 593 hastanın verileri toplandı. Preoperatif malignite ve postpartum histerektomi dışlama kriterleriydi. Histerektomi endikasyonları ve okült malignite prevalansları incelendi. Uterin myom en sık(%40) histerektomi endikasyonuydu. Okült malignite 593 hastanın 7'sinde(%1,2) tespit edildi. Okült malignitesi olan 7 hastanın 3'ünde sarkom, 1'inde servikal, 2'sinde over ve 1'inde tubal kanser vardı. Leiomyom ve anormal uterin kanama nedeniyle histerektomi yapılan hastaların preoperatif endometriyal biyopsileri normaldi. Hiçbir hastada endometriyal kansere rastlanmadı. Uterin sarkom ve over kanseri için preoperatif tarama kılavuzları olmamasına rağmen, çalışmamız özellikle yaşlı hastalarda benign endikasyonlarda dahil olmak üzere dikkatli preoperatif değerlendirme yapılması gerektiğini vurguladı.Publication Beyin tümörlerinin sodyum floresan kılavuzluğunda rezeksiyonu: 237 hastadan oluşan bir serinin retrospektif analizi ve histopatolojik tanıya göre yararlılığının değerlendirilmesi(2024-05-13) Türkan, Alper; Bekar, Ahmet; BEKAR, AHMETBeyin tümörlü hastaların tedavisinde cerrahi rezeksiyon en önemli prognostik faktörlerden biridir. Sodyum floresan (NaFl), beyin tümörlerinde introperatif görselleştirme için kullanılan floresan bir maddedir. Özel filtre (FL 560 nm) ile donatılmış mikroskop ışığının altında tümöral dokuda yeşil floresan renk oluşmasını sağlar. Bununla birlikte intrakranial yerleşimli her tümörde aynı oranda floresan yoğunluğu sağlayamaz. Bu çalışmada farklı histopatolojik tanılardaki beyin tümörlerinin cerrahisinde NaFl’nin floresan etkisini ve güvenliğini araştırmak amaçlanmıştır.2020-2023 yılları arasında beyin tümörü nedeniyle NaFl rehberliğinde opere edilen toplam 237 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, preoperatif ve postoperatif nörolojik muayenesi, tümör rezeksiyon derecesi, histopatolojik tanısı ve intraoperatif NaFl ile boyanma derecesi analiz edildi. Histopatolojik olarak 73 (%30.8) metastatik tümör, 68 (%28.7) glioblastoma multiforme, 41 (%17.3) menengioma, 21 (%8.9) anaplastik astrositoma, 10 (%4.2) oligodendroglioma, 6 (%2.5) pilositik astrositoma, 6 (%2.5) epidermoid tümör, 5 (%2.1) schwannoma, 3 (%1.3) lenfoma, 2 (%0.8) disembriyoplastik nöroektodermal tümör ve 2 (%0.8) ependimoma tanılı hasta mevcuttu. İntraoperatif olarak 211 (%89) hastada NaFl ile boyanma izlendi. Glioblastoma multiforme ve menengiomaların tamamında, metastatik tümörlerin %90.4’ünde NaFl boyanması gözlendi. Oligodendrogliomaların ve epidermoid tümörlerin hiçbirisinde boyanma saptanmadı (p<0.001). NaFL kullanımı, özellikle yüksek dereceli glial tümörlerde ve metastatik lezyonlarda intraoperatif olarak tümör sınırlarının belirlenmesine etkilidir. Bununla birlikte tümör histopatolojisine, uygulama dozu ve zamanına göre kullanımında sınırlamalar mevcuttur.Publication Capgras syndrome accompanying schizophrenia: An adolescent case report(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-25) Eroğlu, Mehtap; YokIn Capgras syndrome, the patient believes that the original person or objects have been replaced by identical ones (fakes). The syndrome rarely occurs in its pure form. It often accompanies psychotic illness and organic pathology. Capgras syndrome can occur in all age groups and is more common in women. In this article, the case of a 16-year-old female patient who applied to the hospital with complaints of aggression, harming her environment and wanting to have a DNA test will be presented. During her first admission examination, she was found to have Capgras delusions, and she was hospitalized and monitored in a psychiatric clinic. The patient, who was followed up with a diagnosis of early-onset psychotic disorder, was determined to be a case of CS accompanying Schizophrenia. Early-onset Schizophrenia is already a rare condition, and the onset of CS at this age is uncommon. Our case is valuable as it shows that CS, a rare condition, can also be seen in adolescence.Publication Çocuklarda cinsel istismar ile karıştırılabilecek anogenital bulgular(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-10) Atılgan, Mehmet; Kılınç, Okan; Toksoy, İrem Tuğçe; Tatar, Tansu Bensu; YokÇocuğun cinsel istismarının tanı ve tedavisinde etik, ahlaki ve kanuni açıdan sorumlulukları olan hekimlerin, cinsel istismarın bulgu ve semptomlarını iyi bilmeleri gerekmektedir. Anatomik varyasyonlar ve fizyolojik durumlar, hiperpigmentasyon oluşturabilen durumlar, dermatitler, cinsel istismar dışı travmalar, travma veya cinsel temas dışı nedenlerle oluşan durumlar (labial adezyon, anal fissürler, kabızlık, anal dilatasyon, üretral prolapsus, liken sklerozus, hematolojik/otoimmün hastalıklar, rektal prolapsus), anogenital bölge neoplazileri ve enfeksiyonların bazılarında görülebilen anogenital bulgular (eritem, ekimoz, sıyrık, purpura-peteşi, laserasyon vb.), çocuğun cinsel istismarıyla karışabilecek niteliktedir. Cinsel istismarda görülebilen bulgular spesifik olmadığından, benzer şekilde bulgu veren tıbbi durumların; güvenilir ve detaylı anamnez, ayrıntılı ve tam fizik muayene, özgeçmiş ve soygeçmiş sorgulama, temel ve ileri laboratuvar tetkikleri ile gerekli konsültasyon/sevkler ile ayırıcı tanısının yapılması, hem asılsız cinsel istismar iddialarının önüne geçilmesi hem de cinsel istismarın atlanmaması ve aydınlatılması açısından oldukça önemlidir. Bu makalede, ulusal ve uluslararası literatür gözden geçirilerek, çocuğun cinsel istismarıyla benzer bulgu verebilen normal ve patolojik durumların değerlendirilmesi, ayırıcı tanıda dikkat edilmesi gereken hususların vurgulanması ile konu hakkındaki bilgi düzeyinin artırılması hedeflenmiştir.Publication COVID-19 pandemi sürecinde serebrovasküler hastalık tanısı ile acil servise başvuran hastaların analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-20) Uslusoy, Duygu Karakaş; Durak, Vahide Aslıhan; Ulusoy, İbrahim; Aydoğan, Göksel; Çıraklılar, Halil İbrahim; DURAK, VAHİDE ASLIHAN; AYDOĞAN, GÖKSEL; Çıraklılar, Halil İbrahimSerebrovasküler hastalık günümüzde yetişkinlerde yaygın ciddi nörolojik durumlardan birisi olmaya devam etmektedir. Akut serebrovasküler hastalık, ister iskemik ister hemorajik olsun, zamana duyarlı ve dinamik seyirli olması nedeniyle hızlı tanı ve tedavi gerektirmektedir. Akut iskemik inme hastalarının prognozunu iyileştirmek için acil servislerde kardiyovasküler ve metabolik stabilizasyon, acil tromboliz, antikoagülan ve antiagregan tedaviler veya mekanik trombektomi gibi uygun tedavi yöntemleri başlanmalıdır. Bu çalışmada COVID-19 pandemi sürecinin acil servise serebrovasküler hastalık tanısıyla başvuran hastalara etkilerinin retrospektif olarak incelenmesi amaçlanmıştır. Acil servise başvuran toplam 543 hasta retrospektif kesitsel olarak incelenerek, pandemi öncesi dönemde (1 Nisan 2019- 1 Mart 2020) başvuran 352 hasta ve pandemi dönemi (1 Nisan 2020- 1 Mart 2021) başvuran 191 hasta çalışmaya dahil edilmiştir.Pandemi öncesi ve sonrası dönemde acile gelen hastaların şikâyet dağılımları karşılaştırıldığında senkop (p=0,024) ve genel durum bozukluğu (p=0,030) şikayetleri açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunurken diğer şikayetler açısından anlamlı farklılık bulunmamıştır. Acile senkop şikâyeti ile gelen hastaların pandemi sonrasında (%12,5) öncesi döneme (%6,82) göre daha yüksek olduğu görülmüştür. Pandemi öncesi dönemdeki hemorajik SVH öykü oranı %2,8 ile pandemi sonrası döneme göre (%0) daha yüksek bulunurken SVH öyküsü olmayanların oranı (%84,3) pandemi sonrası dönemde daha yüksek bulunmuştur. COVID-19 pandemisi retrospektif çalışmaların ve vaka sunumlarının literatüre katkısını bir kez daha göstermiştir. Bu çalışmanın örneklerinin artmasıyla birlikte elde edilen veriler daha da güçlenecek, dünya genelinde fazla sayıda ve her yaş grubundan insanı etkileyen COVID-19 hastalığının serebrovasküler hastalık için bir risk faktörü olup olmadığına ışık tutacaktır.Publication Crush sendromu ilişkili enfeksiyonlar: 2023 Türkiye depremi sonrasında bir Üniversite Hastanesinde görülen yara enfeksiyonlarının retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-09) Koçer, İpek; Demirbakan, Hadiye; Arı, Demet; Büdeyri, Aydın; YokDepremzedelerde meydana gelen Crush sendromu sonrasında enfeksiyon morbidite ve mortaliteyi etkileyen komplikasyonlardan biridir. Çalışmamızın amacı, deprem sonrası travma ilişkili yaralanma ile hastanemize başvuran depremzedelerin yara kültürlerinde mikroorganizmaların sıklığını ve antibiyotik duyarlılık paternini belirlemektir. Yara kültürleri için yara yerlerinden alınan sürüntü ve doku örneklerinden izole edilen bakterilerin tanımlanma ve antibiyotik duyarlılıkları BD Phoenix (Becton Dickinson, ABD) ile yapıldı. Yara kültürlerinin değerlendirilmesinde Q skorlaması kullanıldı. Hastanemize deprem ilişkili yaralanma şikayetiyle toplam 552 hasta başvurdu. Bunlardan 186’sının yatışı yapıldı. Depremzede 14 hastanın (11 kadın, 3 erkek) yaş ortalaması 36,5 (2-83), ortalama enkazda kalma süresi 23,5 saatti (8-120 saat). Hastaların 12’sine fasyotomi uygulanırken, 4’ünün çeşitli uzuvlarına ampütasyon yapılmıştır. Üremesi olan 24 kültürden toplam 30 mikroorganizma izole edilirken; 6 kültürde üreme olmadı. Yara enfeksiyonların %30’u polimikrobiyal olup ilk sırada Gram negatif etkenler ikinci sırada ise Gram pozitif etkenlerin ürediği saptanmıştır. En sık görülen etken Acinetobacter baumanii %56,7 (n:17) iken; diğerleri Pseudomonas aureginosa %10 (n:3), Enterobacter cloace %10 (n:3), Enterococcus faecium %10 (n:3), Klebsiella pneumoniae %6,7 (n:2) Escherchia coli %6,7 (n:2) olarak saptanmıştır. Acinetobacter baumanii, Pseudomonas aureginosa ve Klebsiella pneumoniae izolatlarında çoklu antibiyotik direnci olduğu izlenmiş olup hastane bakımı ilişkili enfeksiyon olduğu düşünülmüştür. Genellikle doğal afetlerden sonra çoklu ilaca dirençli mikroorganizmalar rapor edilmektedir. Crush sendromu hastane enfeksiyonlar için risk oluştururken, erken ve uygun profilaktik antibiyotik tedavisi hastaların prognozunda önem taşımaktadır.Publication Dermatomiyozit ve polimiyozit tanılarıyla izlediğimiz hastaların klinik özellikleri ve tedavi yönetimi: tek merkez deneyimi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-20) Kutlu, Nagehan Dik; Güdücü, Hakan; Coşkun, Belkıs Nihan; Yağız, Burcu; Dalkılıç, Hüseyin Ediz; Pehlivan, Yavuz; DİK KUTLU, NAGEHAN; GÜDÜCÜ, HAKAN; COŞKUN, BELKIS NİHAN; YAĞIZ, BURCU; DALKILIÇ, HÜSEYİN EDİZ; PEHLİVAN, YAVUZDermatomiyozit (DM) ve polimiyozit (PM) çizgili kas enflamasyonunun yanısıra diğer otoimmün hastalıklar veya malignitenin eşlik edebildiği sistemik hastalıklardır. Biz de merkezimizde takipli DM ve PM tanılı hastaların demografik özelliklerini, organ tutulumlarını, klinik seyirlerini incelemeyi amaçladık. Ocak 1990-Aralık 2022 arasında merkezimizde takipli Bohan ve Peter kriterlerini karşılayan 69 DM ve PM tanılı hastanın kayıtları retrospektif olarak incelendi. DM tanılı hastaların %85’i, PM tanılı hastaların %70’i kadındı. Ortalama başvuru yaşı DM tanılı hastalarda 41,5 ± 13,5, PM tanılı hastalardaysa 48,2 ± 13,8 idi. Gottron papülleri görülen en sık cilt bulgusuydu. Bazı hastalarda akciğer tutulumu ve disfaji gözlenmişken kardiyak tutulum hiçbir hastada görülmemişti. DM hastalarında daha yüksek oranda (%73,9) anti nükleer antikor (ANA) pozitifliği mevcuttu (p<0,01) ve anti Jo-1 antikoru İAH ile ilişkiliydi (p<0,01). Hastaların %13’ünde maligniteyle ilişkili miyopati görülmüştü. Tek ve çok değişkenli Cox regresyon analizinde tanı yaşı, takip süresi ve malignite mortaliteyle ilişkili bulundu. Hastalarımızın hastalık seyrinin diğer çalışmalarla birçok benzerlik yanında çarpıcı farklılıklar da göstermektedir. Bu durum genetik ve çevresel faktörlere ve tarama şartlarına bağlı olabilir. DM/PM prognozunun bu olası faktörlerle ilişkisini ortaya koymak ve mevcut sonuçları doğrulamak için çok merkezli prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.Publication Diyabetin Uterus dokusu üzerinde Morfolojik etkilerinin ve Mucin-1 Ekspresyonunun değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2024-07-01) Kutlu, Berna Özdenoğlu; Saraydın, Serpil Ünver; Delibaş, Özlem; YokDiyabet günümüz dünyasında en önemli sağlık sorunlarından birisi olarak kabul edilmektedir. Diyabette serbest radikallerin ortaya çıkması oksidatif strese neden olur. Çalışmamızda, ratlar üzerinde streptozotosin (STZ) ile deneysel diyabet modeli oluşturulması sonrasında, diyabetin, hayvanların uterus dokusu üzerinde herhangi bir etkisinin olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmada ağırlıkları yaklaşık 250-300 gram ağırlığında 8-10 haftalık Wistar Albino cinsi erişkin dişi rat kullanıldı. Kontrol ve diyabet olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hayvanlar östrus siklusuna göre; östrüs dönemleri belirlenerek bu dönemde uterus dokuları alındı. Sıçanlara 60 mg/kg derişimlerde hazırlanan STZ, intraperitonal (IP) yoldan enjekte edildi. STZ verildikten iki gün sonra kuyruk veninden kan glukoz seviyesine bakıldı. Değeri 200-300 mg/dL’den büyük olan sıçanlar diyabet kabul edildi. 30 gün sonra uterus dokuları çıkarıldı. Doku örneklerinden 3 μm kalınlığında kesitler alındı. Alınan uterus dokusunda, morfoloji için (H&E), kollajen lifleri gösterebilmek için ise Picro-sirius red boyama yöntemleri kullanıldı. İmmünfloresan boyama için ise Mucin-1 (MUC1) antikoru kullanıldı. Diyabet grubunda yer alan uterus dokusunun endometrium bölgesindeki histopatolojik ve morfometrik değişiklikler izlendi. Yapılan çalışmada, diyabetin uterus endometrium kollajen lif yoğunluğunu azalttığı ve bezler üzerinde de olumsuz etkilerinin olduğu belirlendi. Sonuç olarak diyabetin doku bozulmasına yol açabileceği ve bez yapıları üzerinde olumsuz etkilerinin olabileceği düşünülebilir.Publication Doğu Karadeniz Bölgesi’nde sık tüketilen brassica oleracea var. Acephala (karalahana) bitkisi ve kırmızı et tüketiminin mide ve kan parametreleri üzerine etkiler(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-10-01) Aydın, Hüseyin Emre; Aydın, Muhammed; Aydın, Özge; Dülger, Ahmet Cumhur; Yok"En sağlıklı yiyecekler" veya "süper gıdalar" listelerindeki sebzeler arasında yer alan Brassica Oleracea var. acephala (Karalahana) bitkisi, özellikle Karadeniz Bölgesi’nde sıklıkla tüketilmektedir. Bu çalışmada Doğu Karadeniz Bölgesi’nde gastroskopi ile değerlendirilmiş olan hastalarda karalahana ve kırmızı et tüketiminin mide histopatolojisi ve kan laboratuvar parametreleri üzerine olan etkisinin saptanması amaçlandı. Bu kesitsel araştırma 1 Mart 2022 – 30 Nisan 2022 tarihleri arasında Giresun Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Gastroenteroloji Polikliniği’ne başvuran gastroskopi yapılmış ve mide biyopsisi alınmış olguların sonuçlarının retrospektif olarak değerlendirilmesi ile gerçekleştirilmiştir. Hastalar telefonla aranarak aylık karalahana ve kırmızı et tüketim sıklıkları sorulmuştur. Olguların % 60,1’i kadındı ve ortalama yaş 55,44 ± 14,34’tü. Hastaların bir ayda, karalahana tükettiği gün sayısı medyan 4 [0 - 30] gün, kırmızı et tükettiği gün sayısı ise medyan 2 [0 - 20] gündü. Erkek hastaların gastrik biyopsilerinde Helicobacter pylori (H. pylori) pozitifliği kadınlara göre anlamlı derecede fazlaydı (sırasıyla % 50,8 ve % 32,7; p = 0,021). Karalahana ve kırmızı et tüketimi ile hastaların gastrik biyopsilerinde H. pylori, intestinal metaplazi ve atrofi varlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı. Hastaların yaşı arttıkça kırmızı et tüketimlerinin anlamlı derecede azaldığı belirlendi (p=0,014). Hastaların aylık kırmızı et tüketimi arttıkça serum kalsiyum düzeyinin de anlamlı derecede arttığı belirlendi (p=0,025). Sonuç olarak karalahana ve kırmızı et tüketim sıklığı ile mide biyopsisinde H. pylori pozitifliği, atrofi ve intestinal metaplazi saptanma sıklığı arasında anlamlı bir ilişki bulunmazken, bu konuda yapılacak daha kapsamlı ve prospektif çalışmalarla daha net sonuçlar ortaya konulabilir.Publication Evaluation of the use of ıntraoperative neuronavigation in the surgery of brain tumors: single center experience and retrospective analysis of 172 cases(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-27) Türkkan, Alper; Bekar, Ahmet; BEKAR, AHMETNeuronavigation systems are computer-assisted procedures that use preoperative imaging data to ensure accurate anatomical orientation and safe resection during surgery. Despite their widespread use in neurosurgery, evidence of their effectiveness and reliability remains limited. This study aimed to examine the need for neuronavigation systems in patients with intracranial tumors, their relationship with tumor location and size, and their limitations. A retrospective analysis was conducted on 172 patients with intracranial tumors who underwent surgery using neuronavigation systems at our clinic between January 2021 and October 2023. Patients were classified based on tumor size into two groups: those with tumors <3 cm and those with tumors ≥ 3 cm. Further classification was done according to tumor locations such as supratentorial, infratentorial, and skull base, as well as based on superficial and deep-seated tumor locations. The need for neuronavigation systems was assessed using a scoring scale ranging from 0 to 2 assigned during surgery. Of the patients, 49.4% were male and 50.6% were female, with a mean age of 52.9 ± 16.2 years (range 2–80 years). The mean total score for neuronavigation system use was significantly higher in patients with tumors <3 cm and those with deep-seated tumors (p = 0.003). The need for neuronavigation was less in infratentorial tumors. Identifying anatomical and vascular structures during surgery was the surgical stage with the greatest need for neuronavigation use (n=172, 100%). Multivariate binary logistic regression analysis revealed that tumor size ≥3 cm and superficial location were risk factors determining the need for neuronavigation systems. İdentifying anatomical and vascular structures in supratentorial and deep-seated tumors, and evaluating surgical resection in tumors <3 cm are the areas where the use of neuronavigation systems is necessary.Publication Fiberoptik bronkoskopi işlemi uygulanan hastalarda preoperatif anksiyete düzeyini etkileyen etmenler(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-08-20) Güçlü, Özge Aydın; Öztürk, Nilüfer Aylin Acet; Demirdöğen, Ezgi; Süleymanova, Samira; Dilektaşlı, Aslı Görek; Ursavaş, Ahmet; Kuşku, Çiğdem; Karadağ, Mehmet; AYDIN GÜÇLÜ, ÖZGE; ACET ÖZTÜRK, NİLÜFER AYLİN; DEMİRDÖĞEN, EZGİ; SULEYMANOVA, Samıra; GÖREK DİLEKTAŞLI, ASLI; URSAVAŞ, AHMET; Kuşku, Çiğdem; KARADAĞ, MEHMETPreoperatif anksiyete, kişinin hastalık, hastanede yatma, anestezi veya cerrahi gibi durumlarla karşı karşıya kalacağına dair bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir endişe veya huzursuzluk hali olarak tanımlanmaktadır. Çalışmamızda, fiberoptik bronkoskopi (FOB) yapılan hastalarda preoperatif anksiyete düzeylerini State Trait Anxiety Inventory (STAI-1) anketi ile belirlemek ve bu düzeylerin klinik ve demografik faktörlerle ilişkisini araştırmayı amaçladık. Kasım 2021-Ocak 2024 tarihleri arasında FOB yapılan 158 olgu kesitsel anket çalışmasına dahil edilmiştir. Olguların sosyo-demografik özellikleri, işlem endikasyonları ve önceki cerrahi girişimleri hakkında bilgiler kaydedilmiştir. Bireylerin geçici anksiyete düzeylerini değerlendirmek için STAI-1 anketi, işlemden 15 dakika önce hastalara uygulanmıştır. Hastaların 51’i (%32,3) kadın olup yaş ortanca değeri 58 (20-84) yıl idi. Olguların 65’ine (%41,1) işlem bilinçli sedasyon altında uygulanmış olup işlemin sedasyon altında olması ile lokal anestezi ile uygulanması arasında preoperatif anksiyete düzeylerinin istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık göstermediği belirlenmiştir (p=0,917). Olguların 64’ünde (%41,1) işlem ile ilgili endişe mevcut iken 17’sinde (%10,8) anestezi ile ilişkili endişe bulunmaktaydı. İşlem ile ilgili ve anestezi ile ilgili endişe hisseden olguların istatistiksel anlamlı olarak daha yüksek preoperatif anksiyete düzeyi olduğu saptanmıştır (p<0,001, p=0,009). Çok değişkenli analizde kadın cinsiyetin preoperatif anksiyete düzeyini predikte eden bağımsız faktör olduğu belirlenmiştir [OR: 1,99, %95CI: 1,05-3,94, p=0.04]. Fiberoptik bronkoskopi öncesi preoperatif anksiyete düzeylerinin sosyodemografik ve klinik özelliklerle ilişkisini inceleyen bu çalışma, kadın cinsiyetin anksiyete düzeyleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymuş olup preoperatif anksiyetenin yönetiminde cinsiyet farklılıklarının göz önünde bulundurulması gerektiğini vurgulamaktadır.Publication Fibromiyalji sendromunda sistemik immün-inflamasyon indeksi ve hematolojik laboratuvar bulgularına genel bakış(Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 2024-05-21) Ellergezen, Pınar; Alp, Alev; Çavun, Sinan; Çeçen, Gülce Sevdar; ELLERGEZEN, PINAR; ALP, ALEV; ÇAVUN, SİNAN; SEVDAR ÇEÇEN, GÜLCEBu çalışmada fibromiyalji sendromunda (FMS) Sistemik İmmün-İnflamasyon İndeksi (SII) ile kan parametreleri arasındaki ilişki değerlendirilerek hastalık aktivitesinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya Ocak 2021 ve Ocak 2022 tarihleri arasında Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Kliniğine başvuran 109 FMS hastası ve 82 sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Yaş, cinsiyet, C-reaktif protein (CRP), eritrosit sedimentasyon hızı (ESR), beyaz kan hücresi (WBC), hemoglobin (HGB), ortalama korpusküler hacim (MCV), ortalama korpusküler hemoglobin (MCH), ortalama korpusküler hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), kırmızı hücre dağılımı (RDW), trombosit dağılım genişliği (PDW), ortalama trombosit hacmi (MPV), trombosit (PLT), trombosit kriteri (PCT), lenfosit (LYM), monosit (MONO), nötrofil (NEU) düzeyleri hastane bilgi sisteminden retrospektif olarak taranmıştır. Trombosit-lenfosit oranı (PLR), nötrofil-lenfosit oranı (NLR), monositlenfosit oranı (MLR) ve sistemik immün-inflamasyon indeksi (SII) hesaplanmıştır. CRP ve ESR düzeyleri FMS hastalarında sağlıklı kontrollere göre daha yüksekti ancak değer aralığının dışında değildi (p<0,001). PDW (p<0,001), HGB (p<0,001), MCV (p<0,001), MCH (p<0,001) ve MCHC (p=0,02) düzeyleri hastalarda sağlıklı gruba göre daha düşüktü. Hasta ve kontrol grupları arasında yaş, WBC, NEU, LYM, MONO, RDW, MPV, PLT, PCT, SII, PLR, NLR ve MLR değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. FMS hastalarında WBC düzeyleri ile SSS değerleri arasında (r=0,2; p=0,005) ve lenfosit düzeyleri ile WPI değerleri arasında (r=0,2; p=0,01) anlamlı pozitif korelasyon bulunmuştur. Çalışma sonuçlarına göre, SII'nin FMS'de belirleyici bir rolü yoktur, ancak hastalığın tanıda yararlı olabilecek bazı inflamatuvar bileşenleri vardır ve daha ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç vardır.Publication Genotyping apolipoprotein E (APOE) Isoforms with sequence-specific-primer (SSP)-PCR in early onset alzheimer’s disease patients: A rapid and revised methodology(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-03) Eryılmaz, Işıl Ezgi; Bakar, Mustafa; Egeli, Ünal; Çeçener, Gülşah; ERYILMAZ, IŞIL EZGİ; BAKAR, HACI MUSTAFA; EGELİ, ÜNAL; ÇEÇENER, GÜLŞAHAlzheimer's disease (AD) is a neurodegenerative disorder that causes progressive damage to brain cells, leading to impairment in cognitive functions. The Apolipoprotein E (APOE) variants play a significant role in the genetic basis of AD, especially late-onset AD (LOAD), and increase the disease risk at an earlier age. Although controversial, some studies reveal the association between APOE genotype and early-onset AD (EOAD) regardless of family history. Therefore, diagnostic laboratories widely perform routine tests to determine the APOE genotype. In the present study, we implemented a revised methodology for the Sequence-Specific-Primer-PCR (SSP-PCR) test for rapid APOE genotyping in 67 EOAD patients. Then, the findings were validated using automatic sequencing with newly designed primers for the related region of the APOE. We state clearly that the applicability of the SSP-PCR method was improved when the primer concentrations of control genes were increased 2-fold, as we reported. All data obtained from SSP-PCR were consistent with Sanger sequencing confirmations. Based on the genotyping results, the four different APOE genotypes were detected: E2/E4, E3/E3, E3/E4, and E4/E4. The frequencies were 1.5% (n=1) for E2/E4, 76.1% (n=51) for E3/E3, 16.4% (n=11) for E3/E4, and 6% (n=4) for E4/E4. In the study group, 23.9% (n=16) of the patients had homozygous or heterozygous APOE E4. However, we detected no significant association between the clinical features and the APOE genotype. As a result, this method is reliable, cost-effective, and rapid for performing genotyping analysis of the APOE for routine tests and research studies with larger EOAD cohorts.Publication Investigation of the immunoexpression of SVIP and UPR pathway proteins in ovarian adenocarcinoma cell line OVCAR-3(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-09-03) Alimoğulları, Ebru; Kartal, Bahar; YokOvarian cancer is the deadliest gynecological cancer. The endoplasmic reticulum (ER), a vital cell organelle, is involved in the folding, synthesis, and modification of a wide range of soluble and insoluble proteins. ER stress initiates the unfolded protein response (UPR), an evolutionary conserved cell stress mechanism. The UPR is mediated by three ER transmembrane sensors: IRE1, ATF6, and PERK. An inhibitor of ERAD is a small VCP/p97-interacting protein (SVIP). The study aimed to investigate the relationship between SVIP and the ER stress protein markers in the human ovarian cancer cell line OVCAR-3. The SVIP and GRP78, PERK, ATF4 immunoexpression levels were analyzed. Furthermore, employing immunofluorescence, the colocalization of three ER sensors and SVIP was ascertained. The immunoexpression of SVIP and GRP78, ATF4, and PERK were shown in the OVCAR-3 cell line. Additionally, immunofluorescence results showed the colocalization of SVIP and UPR-related proteins in the cytoplasm of OVCAR-3 cells. In conclusion, we demonstrated the cellular localization of SVIP and the proteins involved in the UPR pathway. However, further studies are needed to determine the relation between SVIP and these proteins in cancer cells.