2005 Cilt 31 Sayı 2
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/18230
Browse
Browsing by Title
Now showing 1 - 10 of 10
- Results Per Page
- Sort Options
Item Adrenomedüllin ve etkileri(Uludağ Üniversitesi, 2005-10-18) Etöz, Betül Çam; Büyükcoşkun, Naciye İşbilirİlk kez 1993 yılında feokromasitoma dokusundan izole edilmiş olan adrenomedüllin (ADM) 52 aminoasit içeren vazodilatatör bir peptidtir. ADM başlıca adrenal medullada olmak üzere miyokard, akciğerler, santral sinir sistemi, endotel ve vasküler düz kas hücreleri gibi birçok dokuda sentezlenmektedir. Kalsitonin reseptör benzeri reseptör (CRLR) adı verilen spesifik reseptörünün hücre membranında fonksiyon göstermesi için reseptör aktivite düzenleyici protein (RAMP) isminde bir proteine ihtiyacı bulunmaktadır. ADM birçok dokuda çeşitli biyolojik aktivitelere sahiptir ve tüm sistemler üzerindeki etkileri ayrıntılı olarak incelenmiştir. Temel karakteristik etkisi sistemik arteriyel basıncı düşürmesidir. Ayrıca natriüretik, antiproliferatif ve hücre migrasyonunu inhibe edici özelliklere sahiptir. Arteriyel hipertansiyon, akut koroner sendrom, kalp yetmezliği, böbrek hastalıkları ve septik şok gibi patofizyolojik durumlarda plazma ADM seviyesinin yükseldiği saptanmıştır.Item Bruselloz tanı yöntemlerinin etkinliğinin araştırılması(Uludağ Üniversitesi, 2005-10-18) Dizer, Ufuk; Beker, Can Murat; Çiçek, Hüseyin; Güner, Özgür R.; Zeren, İsmet; Pahsa, AlaaddinÇalışmamızda, Haziran 2000-Mayıs 2003 tarihleri arasında anamnez ve fizik muayene bulgularıyla bruselloz olduğu düşünülen, Rose Bengal lam aglütinasyon testi (RBT) ve Wright tüp aglütinasyon testi (TAT) pozitif bulunarak tanısı kesinleşen 24’ü erkek, 8’i kadın hastada bruselloz tanı yöntemlerinin etkinliği araştırılmıştır. Olgularımızın %100’ünde RBT ve TAT, 12 (%37.5) hastada Brucella IgM pozitif bulundu. ELISA yöntemiyle bakteriye karşı oluşan antikorların tespitinin, hastalığın tanı ve tedavisinin takibinde anlamlı olduğu görüldü. Hastalarımızın %18.7’sinde kanda, %28.1’inde kemik iliğinde üreme saptandı. Kültür sonuçlarının düşük kalmasının nedeni, hastalara tanı konmadan önce başka sağlık kuruluşları tarafından verilen çeşitli antibiyotikler olarak düşünüldü. Çalışmamızda, 3 (%9) olguda PCR tekniği ile serumda Brucella bakterisi saptandı. Hasta serumunun PCR tekniği için uygun örnek olmadığı düşünüldü.Item Düşük-evre gliomdan yüksek evre glioma progresyon: konvansiyonel, perfüzyon mr ve mr spektroskopi bulguları(Uludağ Üniversitesi, 2005-12-16) Hakyemez, Bahattin; Doğan, Nurullah; Bekar, Ahmet; Parlak, Müfit; Tıp Fakültesi; Nöroşirürji BölümüAstrositik tümörler çoğunlukla düşük-evreden yüksek evreli lezyona dönüşme eğilimi gösterirler. Konvansiyonel manyetik rezonans (MR) bulguları ile bu iki farklı histopatolojik lezyonun ayrımı bazen güç olabilmektedir. Bu durumda tümöral vaskülariteyi dolaylı gösteren perfüzyon MR ve hücresel metabolizmayı ortaya koyan MR spektroskopi bize fonksiyonel ilave bilgiler verebilmektedir. Biz bu sunuda aynı olguda düşük-evreli astrositomdan yüksek-evreli astrositoma geçişte konvansiyonel, perfüzyon ve spektroskopi MR bulgularını literatür verileriyle birlikte gösterdik. Yüksek-evreli tümörde vasküler proliferasyona bağlı olarak rCBV oranında belirgin yükselme görüldü. MR spektroskopide kolin pikinde ileri derece artma, laktat pikinde orta derecede yükselme ve n-asetil aspartat pikinde ileri derecede azalma izlendi.Item Hemitiroidektominin kan kalsiyum düzeyine etkisi(Uludağ Üniversitesi, 2005-02-08) Kırdak, Türkay; Korun, Nusret; Tıp Fakültesi; Genel Cerrahi Ana Bilim Dalıİki taraflı tiroid operasyonları tiroid kapsülü ile yakın temas halindeki dört paratiroid glandınıda ilgilendirir. Hemitiroidektomi daha sınırlı bir operasyon olup, sadece tiroidin bir tarafında yerleşik iki paratiroid glandını doğrudan etkileyebilir. Bu nedenle unilateral operasyon sonrası hipokalsemi oranı daha düşüktür. Bu çalışmanın amacı hemitiroidektomi sonrası gelişen serum kalsiyum değişiklikleri ve hipokalsemileri incelemektir. Bu nedenle hemitiroidektomi yapılan ardışık 53 hemitiroidektomi olgusunda operasyona giderken, operasyondan sonraki 12-24. saatlerde ve postoperatif 1.aydaki serum total kalsiyum düzeyleri incelenmiştir. Veriler incelendiğinde hemitiroidektomi sonrası 12 (%22.6) olguda geçici hipokalsemi gelişti, ancak bu olguların tümü asemptomatikti. Sonuç olarak, hemitiroidektomi sonrası total kan kalsiyum düzeylerinde anlamlı azalma olur ve olguların bir kısmında geçici hipokalsemi gelişir, ancak hipokalsemi genellikle asemptomatiktir. Bu durum cerrahi sonrası biokimyasal testlere veya kalsiyum desteğine gerek kalmaksızın hastaların erken taburcu edilmesini sağlayabilir.Item İkili iskelet boyamaları(Uludağ Üniversitesi, 2005-09-23) Sunay, Fatma Baharİkili iskelet boyaması, sonuçlarının güvenilir olması nedeniyle; deneysel teratolojik çalışmalarda en sık kullanılan yöntemdir ve bu nedenle de teratoloji çalışan araştırmacılar tarafından iyi bilinmesi son derece önemlidir. Bu derlemenin amacı; iskelet boyamasında, ilk uygulanmaya başlandığı tarihlerden günümüze kadar gerçekleşen başlıca gelişmeleri özetleyerek araştırmacılara kaynak oluşturmaktır. İskelet boyamalarında ilk önemli gelişme kemiğin alizarin red S ile boyanmasıdır. Ardından, termdeki deney hayvanı fetuslarının iskeletinin önemli bir bölümünün kıkırdaktan oluşması nedeniyle, sadece kemiğin boyanmasının yeterli olmayacağı düşünülerek kıkırdak bölümleri boyayacak uygun ajanlar aranmaya başlanmıştır. Bu amaçla, methylen blue, toludin blue, methyl green ve rezorsin fuksin denenmiş, ancak tatmin edici sonuçların alındığı boya alcian blue olmuştur. Bu iki boyanın beraber kullanıldığı ikili iskelet boyaması yöntemlerinin yayınlanmasının ardından da; boyanma kalitesini arttırmayı, işlemin süresini kısaltmayı, erişkin deney hayvanlarında kullanılabilecek metotlar tanımlamayı, boyama işlemini daha basit ve daha pratik hale getirmeyi, iskelet boyamalarını farklı amaçlara sahip diğer teknikler ile bir arada kullanmayı ve farklı türlerin fetuslarında kullanılabilecek metotlar geliştirmeyi amaçlayan çalışmalar yapılmıştır.Item Mide kanserinde prognostik faktörler(Uludağ Üniversitesi, 2005-02-20) Bağcıvan, Erol; Akyağcı, Serpil Bilgin; Özgüç, Halil; Kırdak, Türkan; Korun, Nusret; Tıp Fakültesi; Genel Cerrahi Ana Bilim DalıAmaç: Mide kanseri nedeniyle ameliyat ettiğimiz hastalarda prognostik faktörlerin belirlenmesi. Gereç ve Yöntem: Ocak 1990-Aralık 2000 yılları arasında mide kanseri nedeniyle opere edilen 363 hastadan 15’in üzerinde lenf bezi çıkarılan, küratif rezeksiyon uygulanan 81 hastanın kayıtları retrospektif olarak incelendi.Yaş, cinsiyet, başvuru semptomları, uygulanan ameliyat şekli, ameliyata eklenen diğer organ rezeksiyonları, postoperatif komplikasyonlar, tümör yerleşim yeri, tümör boyutu, tümör makroskopik tipi, tümör histolojik tipi, invazyon derinliği, toplam çıkarılan lenf nodu sayıları, metastatik lenf nodu sayıları sınıflamasının prognostik faktör olarak sağkalıma etkisine bakıldı. Bulgular: Hastaların 51’i erkek, 30’u kadın ve yaş ortalamaları 57.8 (24-77) idi. Hastaların verileri univaryans analizle incelendiğinde; proksimal lokalizasyonu ve diffüz yayılım(p=0.005), tümör boyutunun 10 cm’den büyük olması (p=0.002), tümör makroskopik tipi(borrman tip IV) (p=0.008), invazyon derinliği (p=0.024), metastatik lenf nodu sayısının 6’dan büyük olması (p=0.026) ve TNM sınıflamasının(evre IIIB) (p=0.035) sağkalıma etkisi olduğu görüldü. Bu faktörler multivaryans Cox regresyon analiziyle incelendiğinde metastatik lenf nodu sayısı, metastatik lenf nodunun toplam çıkarılan lenf noduna oranının ve TNM sınıflamasının bağımsız prognostik faktörler olduğu saptandı. Sonuç: Çalışmamızda metastatik lenf nodu sayısı, metastatik lenf nodu sayısının çıkarılan toplam lenf nodu sayısına oranı ve TNM sınıflaması bağımsız prognostik faktörler olarak bulunmuştur. Ancak duvar invazyonu ve lenfadenektominin sağkalıma etkisini daha net ortaya koyabilmemiz için vaka serimizin ve erken evre hastalarımızın sayısının artmasına ve cerrahi tekniğin standardizasyonuna ihtiyaç vardır.Item Neonatal sitomegalovirus hepatiti ve kolestazda antiviral tedavi(Uludağ Üniversitesi, 2005-12-21) Özkan, Tanju Başarır; Tıp Fakültesi; Çocuk Gastroenteroloji Hepatoloji ve Beslenme Bilim DalıNeonatal hepatit, değişik nedenlerle 3 aydan küçük süt çocuklarının karaciğerinde benzer morfolojik değişikliklere yol açan hastalıkların grubudur. Sitomegalovirus enfeksiyonu da neonatal hepatit nedenlerinden biridir. Kolestatik süt çocuklarının yaklaşık % 40’ının etiyolojisinde neonatal hepatit vardır. Sitomegalovirus hepatosit ve kolanjiositleri enfekte ederek çoğalır. İmmün yetersizliği olmayan süt çocuğunda da latent; akut kolestatik veya kronik hepatite yol açabilir. Özellikle ağır olgularda Gansiklovir tedavi şansı değerlendirilmelidir. Ocak 2003-Ocak 2005 arasında CMV neonatal hepatit tanısı alan 12 olguda çalışma yapıldı. Grup 1, 7 bebekten oluşup 21 gün süreyle gansiklovir tedavisi uygulandı. Grup 2, 5 bebekten oluşup antiviral tedavi almadı. Her 2 gruptan çocukların başlangıç ve 3 ay sonra fizik muayene, biyokimya, serolojik değerleri karşılaştırılarak gansiklovir tedavisinin kolestetik hepatitte uygun ve güvenilir olduğu sonucuna varıldı.Item Tıp eğitimi ve standartlar(Uludağ Üniversitesi, 2005-12-16) Özdemir, Senem Turan; Sağlık Hizmetleri Meslek YüksekokuluGloballeşen günümüz dünyasında bilgi teknolojilerinde ortaya çıkan gelişmeler, dünyayı sınırları ortadan kalkan bir topluluk haline getirmektedir. Neredeyse hemen her alanda ortadan kalkan sınırlar ülkeler ve bireyler arasında rekabet ortamı oluşturmaktadır. Ürün kalitesinde ortaya çıkan rekabet ortamı ve kalkan sınırlar elbette ki eğitim sektörünü de fazlasıyla etkilemektedir. Eğitimin önemli bir ayağı olan tıp eğitimi de evrenseldir ve gelişimi için evrensel bir kimlik gereklidir. Tıp eğitiminde “evrensel temel yeterlikler” olarak tanımlanan yetilerin kazanılmasına yönelik olarak belli standartların sağlanması gerekmektedir. Bu anlamda bu standartların hangi alanlarda ve nasıl yapılandırılacağının belirlenmesi önemlidir. Tıp fakültesi mezunlarının sahip olmaları gereken temel yeterlikler, hekimlerin eğitim gördükleri ve hizmet verecekleri toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde olmakla beraber küresel minimum temel gereklilikleri sağlayacak şekilde olmalıdır. Bu noktada uluslar arası standartların belirlenmesi ve bu standartların uygulamaya konulması; genel eğitim standartlarının geliştirilebilmesi, diplomaların karşılıklı tanınması, kurumlar arası karşılaştırmaların yapılabilmesi ve tıp fakültelerinin yeterliliklerinin değerlendirilebilmesi açısından gerekli gibi gözükmektedir.Item Trombolitik tedavi uygulanarak reperfüzyon sağlanan akut miyokard infarktüslü olgularda periferik monositoz ile miyokard hasarının ilişkisi(Uludağ Üniversitesi, 2005-12-19) Baran, İbrahim; Kaderli, Aysel Aydın; Özdemir, Bülent; Mehmetoğlu, Ertuğrul; Güllülü, Sümeyye; Aydınlar, Ali; Tıp Fakültesi; Kardiyoloji Ana Bilim DalıAkut miyokard infarktüsü sonrası infarktüs alanının iyileşmesinde monosit ve makrofajların rolü olduğu bilinmektedir. Ortaya çıkan iyileşme ile miyokardın yerine bağ dokusu geçerek sol ventrikül fonksiyonunun bozulmasına neden olmaktadır. Çalışmamız, akut ST elevasyonlu miyokard infarktüsü (Mİ) sonrası sol ventrikül fonksiyonları ile periferik kandaki monositoz arasındaki ilişkiyi değerlendirmek üzere planlandı. Çalışmaya akut Mİ tanısıyla yatırılıp, trombolitik tedavi uygulanan ve reperfüzyon sağlanan 30 olgu alındı. Olgularda başvuruda, 2-4’üncü günlerde hemogram, 3-5. günler arasında ekokardiyografik değerlendirme yapıldı. Hastaların bazal ve 4. günde periferik kanda bulunan monosit, nötrofil yüzdeleri, lökosit sayıları ile sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu karşılaştırıldı. Ejeksiyon fraksiyonu, olguların 17’sinde %45’in altında (grup I), 13’ünde % 45’ten yüksek (grup II) bulundu. Grup I’de 4. gündeki monosit yüzdesinde bazale göre anlamlı miktarda artış (grup I’de %5.2±4.4-%10.8±3.0, p<0.001) izlenirken, grup II’de anlamlı farklılık gözlenmedi (Grup II %7.3±3.1-7.7±2.5, p<0.001 ). Sonuç olarak akut Mİ sonrası periferik kandaki monosit oranı artışının, sol ventrikül hasarının göstergesi olabileceği görüşüne varıldı.Item US: serbest ve loküle plevral sıvının ayrımında lateral dekübitus röntgenogramının yerini alabilir mi?(Uludağ Üniversitesi, 2005-12-20) Fakı, İsmail; Topal, Nail Bolca; Topal, Uğur; Tıp Fakültesi; Radyoloji Ana Bilim DalıBu çalışmada serbest ve loküle plevral sıvı ayrımında ultrasonografinin yan dekübitus röntgenogramı ile karşılaştırılarak doğruluğunun değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya göğüs posteroanterior (PA) röntgenogramı ya da ultrasonografi (US) incelemelerinden herhangi birinde plevral sıvı saptanan hastalar alındı. Tüm hastalarda göğüs PA, yan, yan dekübitus (YDR) röntgenogramları ve toraks US incelemeleri elde olundu. US inceleme ve ölçümler hastalar hem sırtüstü yatar hem de oturur pozisyonda iken yapıldı. Değerlendirmeler aksiyal planda aynı interkostal aralıktan yapıldı ve plevral sıvı kalınlığı ölçüldü. İki pozisyonda ölçülen sıvı kalınlıkları arasındaki fark hesaplandı. Aradaki fark 1 cm’den fazla ise sıvının serbest olduğu kabul edildi.US ve YDR birbirinden habersiz iki farklı radyolog tarafından değerlendirildi. Yirmi üç hastada 28 plevral sıvı incelendi. Sıvılardan 17’si serbest, geri kalanı loküle olarak değerlendirildi. US incelemede tüm hastalarda YDR ile aynı sonuca ulaşıldı. US ucuz, zararsız ve kolay uygulanabilir olması nedeniyle serbest ve loküle plevral sıvı ayrımında özellikle yoğun bakım şartlarında YDR yerine seçilecek yöntem olmalıdır.